31 Ağustos 2008 Pazar

Leylek leylek lekirdek



Arabanın kilometre göstergesi 23.000'i geçti. İki yılı aşkın bir süredir kullanıyoruz, kabul, ortalamanın pek altında. Lakin, işe hiç arabayla gitmiyorum. Normal şartlarda haftanın 4 ila 5 günü kontağı çalışmaz, bizimki sadece gezi amaçlı.

Nereye getiriyorum lafı, bu kilometrenin en fazla %10'unu Nisan ve Güneysiz yapmışızdır. İlavesi, Nisan ve Güney dört aylıkken sığmadığımız için satmak zorunda kaldığımız eski-küçük ve sevimli Polo'muzla da bir 3-4 bin kilometreleri var; ilavesi uçakla bir Stockholm bir de Çemişgezek seyahatleri. Nereden baksan 35.000 kilometre devirmişler. İlk 40 günü evde geçen 952 gün için bence iyice bir performans.

Küçükken okuduğum bir Milliyet Kardeş'te Yalvaç Ural " 80 yaşında bir insan dünyanın çevresini 7 kere dolaşacak kadar gezmiştir." gibi küçük bir kutu içi bilgi vermişti. Yirmibeş senede insan evladının mobilitesi çok artmış. Bu performanslarını doğru orantıya vursak, 25 tur falan yapmış olur bizimkiler 2086'ya kadar.

İlk pasaportunu 23 yaşında almış bir ortahalli babanın çocukları, ya da hiç pasaportu olmamış 61 yaşında bir dedenin torunları iki buçuk yılda Antalya-Marmaris-Bodrum-Ayvalık-İzmir-İstanbul-Çemişgezek-Stockholm'den oluşan düzgün olmayan bir çokgeni kimi kenarlarının üstünden bir kaç tur geçmek suretiyle çizmiş, ve içini de bayağı doldurmuşlar. Çocuklarla ilgili kendime kızdığım, başarısız olduğumuzu düşündüğüm bir çok mevzu var. Ama hiç değilse, gezebilmeyi öğrettik. Gürül gürül akan bir nehirde çıplak ayaklarıyla taş üzerinde yürürken üzerlerine suyu akarak karpuz yemeyi seviyorlar diyebiliyorum. Leylek sürüsünü değilse de, leyleği havada göstermeyi başardık. Ki, kanlı canlı ilk leyleği de 4 aylıkken Selçuk'taki tarihi kule benzeri yapının üstünde gördüler. Selçuk'ta paso leylek olur, yazları.

28 Ağustos 2008 Perşembe

Hiç Böyle Yapmazdı Ama

Her şeyin pembe olduğu anlar varsa da (Nisan'ın renk seçimine bin selam), tozpembe olduğu hiç olmadı. Kabul etmesi az buçuk zor ki; bizim çocuklar yaramaz. Kelimeler yumuşatılabilir özgür ruhlu, ne istediğini bilen, meraklı, hareketli. Ya da sertleştirilebilir, hiperaktif, arıza, delirtiyor düzeyine çekilebilir. Bizimkiler meraklıdan biraz üstün, arızaya yakın seyrediyor sanırım.

Başka türlüsünü tecrübe edemedik, "Çocuk dediğin ağlar"dan öte bir bilgimiz yok. Doğduklarında, uyandıklarında, yediklerinde, doyduklarında, acıktıklarında, çiş yaptıkları zaman, çiş yapamadıkları zaman, dalgalanınca, durulunca ağladılar. Ağlama hep var oldu hayatımızda. İki basamaklı yaşlara yaklaşana kadar oldukça ağlamış bir babanın söylenmeye hakkı var mı bilmiyorum, ama anneye ayıp oldu bu krizler.

Ağlamasınlar diye dikkatlerini dağıttık zaman zaman, "Aa kargaya bak"lar uydurduk hayali kargalarla, "Ağlama gel sana çobanı anlatayım" dedik. Yer yer söktü. Ama dimağları açıldı bu sohbetler vesilesiyle. İkna etmeye çalışırken, ikna etmeyi öğretmişiz. Şimdi onlar lafı çevirir oldular.

Ağlamak güzeldir demiş Sezen Aksu. Nereden baktığına bağlı olarak her şey güzeldir. Öte yandan Yahya Kemal de "Ankara'nın en çok İstanbul'a dönüşünü severim." diye buyurmuş. Yanisi şu, Ankara da elbet güzeldir ama ben ağlamanın en çok bir öpücükle bitmiş halini severim.




27 Ağustos 2008 Çarşamba

Diskografi

Müzikle bebek arasında ta anne karnına kadar uzanan bir ilişkiden söz ediliyor. Hamilelik süresince inandık buna. İçerideki Nisan ve Güney'e günlük konuşmalarımızın ötesinde müzk de dinlettik. Ne dinlettik hatırlamıyorum açıkçası, kendi beğenimiz doğrultusunda türküler, tek tük klasik müzik olabilir. Hamilelik boyunca aynı şarkıları tekrar tekrar dinletip, doğumdan sonra da bebeği aynı şarkıları dinleterek teskin ettiğini tecrübe edenler var. Biz ne repeat modunda çaldık şarkı listemizi, ne de bizimkilerin sebep sonuç ilişkisi kuracak ölçüde bir sakinlikleri oldu.






Doğumdan kısa bir süre sonra, Emin İgüs'ün müzik yönetmenliğinde çıkan; Mircan Kaya'nın seslendirdiği Bizim Ninniler müzik setine yerleşti. Güzel, dinlendirici şarkılar var. Kötü diyen çarpılır. Atem Tutem Ben Seni, Eşekli Ninni gülümsetiyor; Ninnilerin Merdanesi ve Alma Atdım ağlatıyor istem dışı. Benim bu şarkılara ilişkin hatıram ise, her biri yarım saatten üç posta uykuyla tamamlanmış bir gecenin sonunda ağlayan Nisan ve Güney, ağarmaya başlayan hava, son yılların en soğuk İzmir'i (2006), uykuyu kaçırsın diye abartıyla içilmiş nescafe'li cola'nın ağza yapışmış tadı, balkonda içilen stres-heyecan-şaşkınlık-Marlboro-babalık gururu sigaraları, ağlama süresince üçüncü turunu attığı farkedilmemiş mevzu bahis CD: Tekrar dinleyemiyorum, gün ağaracak gibi oluyor.

İlk baharlarından (3-4 aylıklardı) birbuçuk iki yaşına kadar özellikle arabada patlayan ağlama krizleri olurdu Nisan ve Güney'in. Sürekli konuşmak kar etmez, arka koltuğa ters bağlanmış oturaklar çocukları gerer iken keşfettik Goran Abi'yi. Ki, üç sene öncesinde evlilik hazırlıklarındayken girmişti arşivimize. "Tales and Songs from Weddings and Funerals" albümü. Ama tüm şarkılar değil, CD'deki sıralarıyla,

1. hop hop hop
4. sex
6. maki maki
8. so nevo si
10. cocktail molotov
12. polizia molto arrabbiata
15. tale vii
çaldığı zaman neşe doluyordu Nisan ve Güney. ama son ses olacak düşük değil, başka şarkı/şarkcı son ses değil söz konusu CD 1-4-6... no.lu şarkılar. Goran Abi'ye paso ertelediğim bir teşekkür borcum var, ömrümüzü uzattı, çocuk sevindirdi.

Yazının başına bağlamak gerekirse, anne karnında dinlenen müzik sakinleştirir deniyordu hani. Nisan ve Güney'in doğumundan üç sene önce balayımızın ilk gününde Bodrum Antik Tiyatro'da Bregovic dinlemiştik. Alakalı olabilir mi?


26 Ağustos 2008 Salı

Oyuncak #1

Yeni tip tüketim toplumu oyuncağın fonksiyonunu ziyadesiyle abartıyor. Zeka gelişiyor, kas sistemi olgunlaşıyor, sosyalleşiliyor, coşuluyor, çıldırılınıyor. Ve hepsi MaxiToys'a 100 kağıt uçlandığın için oluyor he mi?

Sert bir giriş oldu. Öte yandan oyuncak candır. İyi bir oyuncak çocuğu harbiden mutlu ediyor. Şöyle diyelim "çocuğa göre iyi bir oyuncak" mutluluk veriyor. Ki bu iyi dediğimiz; satıcının lanse ettiği iyiyle aynı değil. Bu sınıfa kimi zaman bitmiş bir kağıt havlu rulosu, bir poşet falan giriyor; dünya paraya alınan Barbie'ler "eeh" deyip kenara atılıyor. Şu ikibuçuk senedeki best of'umuzu bir dökelim. Faydası olur oyuncak arayanlara, hediye seçemeyenlere. Mevzu renkli malum. Önce birinci yıl.
Bir aylık bebeğin ilgisini çekebilecek nadir oyuncaklardan. Yattığı yerden aynasına bakabiliyor, ellerini kaldırmaya çabalıyor. İlk aktivitesi olan sola sağa kafa döndürme hareketini başarıyor. Büyüyünce üstüne falan oturup yaramazlık dahi yapabiliyor. Bizimkilerin ilk kendi kendine uyuması da bu köprücüğün altında olmuştu ki; 16 ay sonra egale edebildik bu rekoru.

Ayaklanmaya başladıkları ayların bankosu. Önünde düğmeleri, sesler, ışıklar, korna derken çok fazla aktivite var. Pedallı değil, o yüzden ayaklarla ittirmesi pek kolay. Arkasındaki yükseltili kısıma tutunup ayağa doğrulmak mümkün. Bagajı enfes. Bizimkilerin kuzenlerinde görüp de istedikleri ilk oyuncak. Şimdi gelişmiş versiyonları da çıkmış; uçak-denizaltı şeklinde falan. 2 senedir hala gündemde, hala popüler.

Düğmeli aktiviteli ev + Nuh'un Gemisi
Üzerinde bir sürü düğme ve aktif uygulama olan bir ev. Kapının zili çalınıyor, kapı açılıyor, telefona basınca ötüyor, fırının üstündeki düğme fırını yakıyor, uyuyan çocuğa bastırınca gıdıklanıyor, küvet fokurduyor, klozet kapağını kaldırınca sifon sesi geliyor. Üç dört hayvan var, hepsinin atraksiyonu mevcut ayrı ayrı. Böyle bir oyuncağım olsa hayatımın ilk beş senesinde başka birisi olabilirdim. Önemli olan, çocuğun düğmelere basa basa bir sebep sonuç ilişkisi kurabilmesi sanırım. Bir de baş döndürecek kadar çok sayıda (30 olabilir) farklı uygulama olması.
Bir de Nuh'un Gemisi şeklinde bir kardeşi var. 9 hayvan, bir de Nuh Baba. Her bir hayvanı yerine takınca o hayvanın sesini çıkarıyor. Üstünde bir de küçük piyanosu var. Fener İçin Opera'nın meşhur olduğu günlerde notalarını çıkarmıştım piyanodan laf aramızda. Bunlar ve plastik hayvancıklar serisi sayesinde zooloji bilgimiz çok yüksek oldu her zaman. Tabi ithal olan hayvan setlerinin yerliden farkı, Nisan ve Güney'e domuz diye bir hayvanın varlığını öğretmeleri. Yerliler domuzsuz haliyle :)

Plastik Sandalye


Marketten tanesi 5 YTL'ye almıştım. Daha koltukta yastık destekli oturmayı yeni aşmışlardı ki, plastik sandalye pek cazip geldi. Bir de yürüme öncesi/sıralama turları esnasında tekerlekli bir nesneyi, oyuncağı itmek zor oluyordu. Tekerlek dönüp gidiyordu. Sandalyeyi parke zeminde kaydırarak ilerlemek daha idealdi. O zaman kiracı da değildik, pek düşünmüyorduk parke zemini.

Düşmeye zemin hazırlıyor doğru, ama çocuk o aylarda yerdeyken de düşebiliyor. Nisan'daki akrobasi yeteneğini bu sandalyelerle keşfettik. Severim.


Ahşap Tel Oyunu


Fotoğrafta Güney 14 aylık ama oyuncak 1 yaş limitlerine giriyor. IKEA'da da var aynısı. Çok "doğru" bir oyuncağa benziyor. Zeka geliştiriyor, renk, şekil, tel..Allah allah. Bir de "Biz ahşap oyuncak öneriyoruz" bilmişlerini bile tatmin edişi var ki deme gitsin. İleride yazarım, ahşap oyuncağın da boku çıktı. Göründüğü kadar "nefis" bir şey değil ahşap.

Çocukken hatırlarım, bir arkadaşım vardı mahallede. Benden iki yaş küçük. Okula, ilkokul bire başlayacağının bir gün öncesinde panikle gelip, "Ben renkleri bilmiyorum.." demişti. Bilmiyordu harbiden. Bizimkiler bu ahşap-tel kombinasyonunun da içinde olduğu bir grup ekipman sayesinde en az onbeş renk, bir miktar da ikili renk karışımını biliyorlar. Bizim renkleri bilmeyen elemanın oğlu uzun vadede daha çok para kazanır gibi hissediyorum tabii.



Chicco


Mayıs 2006'da Marmaris'e gittiğimizde tesadüfen almıştık. 375 YTL, 5 taksit yaptılar. Chicco ikiz puseti. İki küsür yıldır, yaşıyorsak sayesindedir. Perte çıktı çıkacak, yenisini mi alalım lafları dolanıyor. Yaş 2,5.
Bu saatten sonra vermem ama, bu iki buçuk sene boyunca kulağının birisi mi eksik olaydı yoksa Chicco'suz mu kalsaydın deseler Van Gogh babanın yolunu seçermişim.









25 Ağustos 2008 Pazartesi

Assos




Tanrı, muhtemelen, bazı yerleri çıkmaz sokak olarak tasarlamış taa yol mol olmayan yıllarda. Bizim Çemişgezek öyle mesela. Bir insan Çemişgezek'e gitmek istemezse (yahut kaybolmazsa) Çemişgezek'te bulamıyor kendisini. Yolun sonu.

Assos da Ege'nin Çemişgezek'i gibi. Kaz dağları sarmış etrafını. Sanki toplanmış bakmakta koca koca dağlar tepeden denize nazır. Öyle şaşırtıcı. Gelen gitmesin diye değil, kimse gelmesin diye göstermelik yarım şeritli bir yol. Sanki yekpare taştan mamül bir hayat. Kırıntılarından ev bark yapmış vatandaş. Bilmemkaç bin sene önce de aynı evi yapmış aynı memleketin vatandaşı aynı taştan. O da yanında duruyor.
İsmi bile az biraz rahat. Keyfi. Ne olsun? Assos. Olur. Zeytinyağı güzel olan yörenin insanı da kötü olmuyor. Zeytin kutsal ağaç. Elmanın gölgesinde oturursan, Newton gibi yerçekimini bulursun, gravitasyon ivmesi hesaplarsın. Hurmanın, palmiyenin dibinde kendini piramite verirsin mimar olursun, o sıcakta daha ne olacağıdı? Oysa zeytin hafif ağaçtır, yükü olmaz. Güvercinin ağzında yükseliverir havaya, nedir ki? Ağzında bir ot parçası zeytinin gölgesinde oturursan Aristo gibi zihnin açılır. Tarih yazarsın, destan yazarsın Heredot gibi alimallah.

Bizim Nisan'la Güney Assos'a Migros ismini reva gördüler. "Migros'a geldik" diye koşturuyorlardı ortalıkta. Dört tane mi ne otelden, bizim kaldığımızın bahçesini sulayan dayı da şaşırmadı duruma "Evet Migros" dedi geçti.

Dört otel dedik, sayacağım dört bile çıkmayacak. Saymayayım, işte dördün bir tanesinde kalırken -blog yeni reklam yapacak mıyız, isim verecek miyiz net değilim henüz. allah var huzurun diğer adıydı- akşam rakı içelim istedik çipuranın yanına. Rüzgar esiyor çılgın gibi, temmuz sonu. Mendireğin etrafındaki su Meksika dalgası yapıyor. Baktım masadaki tuzluklar da Efe Rakı eşantiyonu, bir umut "Rakı ne var dedim?". Assos'lu, utangaç bakışlı garson kızcağız "Bakkala gidince, Yeni Rakı olacak :)" deyiverdi. En güzeli ama, neden bağlasın ki Rakı'nın parasını peşin peşin. Bakkal otele 13 metre zaten. Ben de, Rakıyı bitirtmeyince Nisan'la Güney, Asoos'lu güvenli bakışlı çocuğa verdim şişenin yarısını "Yarın içeriz biz kalanını. Dursun dolapta."

Köşede dondurmacı var. Assos'taki misafir çocukların dörte biri zaten bizim aileden. Dondurmacı biz geçtikçe buyrun meşhur Roma diye haykırıveriyor. Nisan'la Güney de sever Roma lezzetini. Sırada bekliyoruz, önümüzde emekli öğretmen bir teyze. "Gezecek neresi var burada?" diye sormuş bulunuyor. Dondurmacı bir yandan kaşıkla dondurma kazıyor dolaptan. Boynuyla da sağı ve solu gösteriyor sırayla. "Abla otuzbeş adım bu taraf, otuzbeş adım da burası. Gezmek serbest". İzmirlilik de var ya serde. Otuzbeş iyi sayı. Güney sarı, beyaz ve muzlu istiyor dondurmayı. Ballı bademliyi muzlu diye lanse ediyoruz. Nisan; pembe, sarı, beyaz. "Sos da koyayım abi" diyor. "Geçenlerde bir çocuk tutturdu sossuz yemem diye. Aldık çikolata sosunu, benim müşterim de sos istemez dondurmasına. Koca kova kaldı elimizde." İyi diyoruz soslu olsun. Benim müşterim işini bilir :)

Taşlı yolun bitip taşlı plajın başladığı yerde iki çocuk canlı müzik yapıyor. Gitar ve keman. Bebek arabasıyla uyku turlarındayız biz. Kemancı solo atarken gitarist boşta kalan eliyle "Nerdesiniz abi?" işareti yapıyor, ben de ikiz arabasıyla manevra yapar iken boşta kalan elimle "Bir tur atıp geliyoruz" diyorum. Kemancı gülüyor. Bir ara da tanışırız canım, ilk intiba mühim neticede.

Rüzgar Midilli'den uzo kokusu getiriyor, bizimkiler çarpılıyor. Gözler kapanıveriyor. Assos uyumuyor. Gözlerini dinlendiriyor. Nisan inadından yaslanmadan uyuyor. Biz de meşhur aromalı kahveyi içelim diyoruz. Kahvenin yanında soda yeni alışkanlığım. Bir de cam bardakta su geliyor yanına. Oh, sıvı olsun yeter ki.
Kervanı yolda düzdüm, yazarken karar verdim, reklamsa reklam Antik Otel'e geri döndük oturum bitmeye yakın. Oda düz ayak, önü veranda. Bizim Chicco ikiz puset yağ gibi kaydı aralardan. Sandalyeleri attık kapının önüne. Adam Fawer, Elif Şafak, Ayşen, ben oturuyoruz sandalyeye dördümüz. Laflayıp yatıyoruz.

Yolda Düşündüm, Bizim Çocuklar Tanımıyorlar Hayvanları

  • Çocukların büyümesinden daha hızlı olan ne var ki şu alemde, cümle hayvanatın hayatına giriş hızından gayrı. Safalar getirdiniz börtüler, böcekler. Başımızın üstüne. Cin Ali'de halının altında halı yazardı, ne de severdim. Aleni her şey.
lama

midilli


kuş gibi


tavus


zebra







keçi




kedi



kedi (cont.)



keklik-düz ova


kuş (muhabbet-sohbet)

at


büyük at


tavşan



donguz




inek

Hassas Dengeler

Nisan ve Güney, genetiğe olan inancımı her geçen gün artırıyor. Aynı tertipsin, zaman farkı da yok. Oyuncağın ortak, yemen içmen, arkadaşın, izlediğin film, okuduğun kitap da aynı. Ana baba ne verdiyse o işte, gariplerin işi zor.

Gel gör ki, ebeveynden aldıkları birer hücredeki sitozinin, adeninin sıralamasındaki fark cümle dış etkiden kuvvetli sanırım. Bambaşka iki birey. Siyah ve beyaz gibi kimi zaman. "Anneye çekmiş", "tıpkı babası" çığlıkları bir yana; alabildiğine tekil, özgün yetenekler. Güney, düzeni seviyor. Dizsin alabildiğine. Yanyana, üstüste, sıra sıra, sağlı sollu. Ama bir kaidesi olsun, sistematik dursun. Oyunu kuralına göre oynuyor. Nisan ise daha kaotik. Yastığı deniz yapıyor, kalemi su kayağı, şaldan kemer uyduruyor kendisine.



Seçtikleri alanlarda iyiler. Nisan yaratıyor habire. Hayalgücü yırtılıyor hatunun, sığmıyor içine. Bir dünya kuruyor, prensesi o. Kuralı da kendince. Yerçekimi tanımadan uçuyor, bir peri oluyor, bir yaramaz kız çocuğu, anne diyor kendine. Beş dakika sonra kendisinin bebişi oluyor. Güney ise mevcut sistemi algılıyor. Kanuna (görece) riayet ediyor. Yerçekiminin farkında, gerekeni yapıyor. Müthiş bir mimari kabiliyet. Yaşına göre mi, bilmiyorum onu uzmanlar söylesin, ama en azından Nisan'a göre. İki gömleği üstüste asamayan babasındansa, annenin genleri getirmiş o dengeyi Güney'e. Öyle gözüküyor.
Bildiklerim diyor ki, Nisan'a tasarımcılık, Güney'e mühendislik gider. Ki o bildiklerimin çoğu, son iki senede oluşmuş. Kimbilir 18 senede ne hale dönüşecek sayın "bildiklerim"?

Abanoz

Bu sıralar hikaye kitaplarını çok seviyorlar. Normal bir bağ değil ama, bir tutku. Kitaplarını bütün gün ellerinde gezdirsinler, gece başuçlarında dursun, dönüp dönüp "Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler"i, "Ali Baba ve Kırk Haramiler"i okusun birisi, dinlesin onlar.



Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler, Nisan'ın favorisi. Öyle çok versiyonu varmış ki arkadaş bu masalların doğrusunu bulmak dert. Pamuk Prenses'in babası ölüyor mu en başta, efendime söyleyeyim kötü kalpli cadı Pamuk'a saçına zehirli toka takmalı, boynuna büyülü kolye geçirmeli başarısız cinayet teşebbüslerinde bulunuyor mu muamma. Kimi alimler Pamuk Prenses'i öyle yorumlamış diyelim.



Dün yine Pamuk Prenses'in girizgah kısmında şu cümleyi okuyordum;
"...Allahım ne olur bana teni kar gibi beyaz, dudakları kan gibi kırmızı..." demeden Nisan boşta kalan topu tamamladı. "saçları abanoz gibi siyah..." (Pamuk Prenses'in öz annesindeki İslam inancı da çevirenin bize hediyesi olsa gerek)



Ah be evladım, masal hikaye ezberleyen çocuk mevzusu duyduk da; neden gittin abanoza takıldın. Ben bu yaşımda bilmiyordum abanoz nedir diye; ekşisözlük'e baktım öğrendim gerçi. Piyanonun siyah tuşları abanoz ağacından yapılıyormuş.

Nereden nereye

Bizim neslin Türk filmlerinden öğrendiği bir tıp gerçeği de "hamilelik, başroldeki esas kadın bayılması neticesi öğrenilir" idi. Biraz büyüyüp de burnum kalktığında bunun tam da böyle olmadığını anladığımı düşündüm. İstenmeyen hamilelik durumlarında esas kadının hayatı zindan olur, bütün gün parmak hesapları ile gecikmeler hesaplanırdı, istenilen gebeliklerde ise banyo dolaplarında testler stoklanır, habire çarçur edilirdi. Büyük ihtimalle yediğimiz çernobilli fındıkların, çayların, hoyratça basılan kimyasallar sebebi ile domates büyüklüğündeki çileklerin, kol kadar biberlerin sonucu bizim nesil de zaten ha deyince hamile kalamıyordu. Etrafımda bir sürü yaşıtım ilaçlar, spreyler, çin takvimleri ile ebeveyn olmaya çalışıyordu. O sebeple iş yerinde bayılayazdığımda aklıma ilk gelen hamilelik olmadı açıkçası. Olayın iş yerinde cereyan etmesi de büyük rezillik oldu açıkçası. Hemen iş yeri hekimi çağırıldı, merdivende tansiyon ölçmeler, revire yatırmalar, bütün fabrika erbabı erkanının başıma üşüşmesi, eşimin çağırılması ve daha ben "ah canım, geçmiş olsun, hayırdır işşallaaah" larla evime gönderilirken başlayan sinsi sırıtmalarla hamileliğimi kocaman bir fabrika çalışanları ile paylaşmış oluyordum. Gizlisi saklısı kalmadı. geriye doğru iyi bir sayım yapabilen her iş arkadaşımın ne zaman seviştiğimi hesaplayabilmesi fikri dahi korkunç.
Sonrası katıksız heyecan, hergün bungee jumping, her gün kinder süpriz.
Doktora bir gidiyoruz; "evet hamilesiniz" oooo harika, süper, mutluluk.
İkinciye gidiyoruz; "aaaa bakın iki kese var" -yani?" " yanisi, ikiz geliyor ikiiizz".
İnanamıyoruz. Hiç aklımıza gelmedi. Sonradan binlerce kez duyacağımız soruyu ilk kez doktor soruyor "ailede var mıydı?" Yoktu. Hayret? Biz ikizi hayal etmeyi geçin hayal etmeyi bile aklımıza getirmemiştik ki? Kız mı olsun erkek mi diye düşünüyoruz. Düşünmedim diyen yalan söyler. İki erkek olsa evi başıma yıkarlar. Ve ben bir 3. çocuğu asla düşünmeyeceğime göre, hatta diyelim ki düşündüm, 2 sene sonra Tayyip' in emrine itaatsizlik olsun diye bile inadımdan yapmayacağıma göre, evde 3 erkekle ben ne yapacağım diyorum. Her köşede çıkarılmış çoraplar, tezgaha bırakılmış tabaklar, sürekli futbol, mütemadiyen futbol, biteviye futbol. Toka ödünç alacağım, aynı pabucu giyeceğim, alışverişe birlikte çıkacağım bir kızım olmayacak mı? E ikisi de kız olursa, aman tanrım aynı yaşta iki kız!!! biri diğerinden 1 cm uzun olsa, ya da bel çevresi 1 cm ince olsa, biri matematikten 5 alırda diğeri 3 alırsa, kadınsı hırs sebebi ile cinayet-cinnet sebebi. Ben iki kızın ergenliği ile nasıl başa çıkacağım? Kıskançlığını nasıl alt edeceğim? Evde 3 kadın; eminim kocam hayatını bir köşe minderi olarak geçirmeyi tercih edecek bizi çekmektense, fotosenteze bağlayacak kendini 40 yaşına geldiğinde.Ben en azından ruh sağlığım için öyle yapardım.
Sonra 4 ya da 5. kontrolde "biri kız biri erkek, büyük ihtimalle, kimseye söylemeyin ama, daha kesin değil" diyor doktor. A!! öyle de bir seçenek vardı değil mi ya? Mucize ama bu, bize amorti bile çıkmadı ki hayatımızda. Bu kadar şanslı olamayız. Kesin doktor yanıldı. süpriz bir pipi daha belirir haftaya.Kesin. Öyle olmadı. Bir kız bir erkek dedi doktor. Kesin artık. Herkese duyurabilirsiniz dedi.
Mis...
Sonraki aylar uzun hikaye. Sırası peyderpey gelecek olan az dram, çok heyecan, çok panik, çok mutluluk içeren hikaye. Netice ise, "30. haftaya bari gelsek, riski büyük oranda atlatırız" hesapları yaparken, 39. haftamda, güle oynaya sezaryana giriyorum.

9 ay bekliyorum ve 15 dakika sürüyor kuzuları görmem. Oğlum, nasıl bembeyaz bir ten, kıpkırmızı etli dudaklar, japon gözler. Kızım minik bir sincap, küçümen kalmış o. Erkeğim 3010 gram kızım 2230 gram. Gözleri x gibi olmuş. Çok uyumaktan şişmiş gibi. Ve çok küçük, iğne ucu kadar kuş ağzı gibi dudakları var. Tırnakları şeffaf. Bu kadar küçük olacaklarını tahmin edememiştim. Ve bu kadar güzel kokacaklarını.
Doğumla birlikte öncesi tüm önemini kaybetti. Yepyeni bir dönem başladı. Daha önce hiç kullanmadığımız kelimeler, aynı ortamda bulunmadığımız insanlar, bambaşka kaygılar, akla gelmez mutluluklar girdi hayatımıza. Karman çorman bir hayat, yuvarlanarak, sürünerek, koşarak, coşarak, daha önce 14 adet adet yaşadığımız 2 senelik setlerden en uzun olanını yaşadık. Bakıcılar, mamalar, süt sağma makineleri, istifa, emekleme, beşik, biberonu bırakma, katı gıdaya geçme, diş çıkarma, çıkan dişin kaza sonucu kırılması, ilk kelimeler, taytaylar, koşmalar, cümleler, çişi söyleme,
Kızım biraz önce çiçekli tuvalet kağıdına bakarak
"Ay inanmıyolum, bu ne kadal güsel bir tuvayet kayıdı. ömrümde böyle güsel bişey görmedim" dedi.
Nereden nereye dedim kendime.