26 Eylül 2008 Cuma

Beni görmek demek

12 Eylül darbesi olduğunda henüz 119 günlük bir bebek dahi olsam, doğum tarihim işimi hep kolaylaştırdı. 119 günün verdiği avantajla kendimi 12 Eylül kuşağı'nın dışında tutar oldum sohbetlerde. Daha bir rahat attım tuttum 12 Eylül'le ilgili. Ancak dürüst olalım. 12 Eylül elle tutulur bir gerçeklik olmadı benim için. Kitapların sobaya atıldığı, mahallede bize oyun oynatan İrfan Ağabey'in polislerce götürülüp geri getirilmediği anları bilfiil yaşamadım.


Ve farkettim ki, elle tututlur olmayan çeşitli gerçeklikler vardı önümde. Bir önceki nesilden bana gelen, ama benim gerçeğim olmayan. 12 Eylül gibi. 12 Eylül'ün kendisi değil sonuçlarıydı benim gerçeğim. Tıpkı Öztürk Serengil'e asla gülemeyişim, Nuri Sesigüzel'in, Göksel Arsoy'un, Şenol ve Birol'un belki Hümeyra'nın anne ve babamların neslinde bıraktığı etkiyi idrak edemeyişim gibi. Kendimi bildim bileli bir Nuri Sesigüzel fenomeni vardı, ancak bana halihazırda fenomen olarak sunulan Sesigüzel'in bana sunduğu pratik onu fenomen olmanın yanına bile yaklaştırmıyordu. Ve Nuri Sesigüzel'i bir yıldız olarak kabul etmenin gerekliliği, bu ön kabul beni fazlasıyla rahatsız ediyordu.



Baba olunca anlarsın dediler, baba oldum ve anlamaktayım usul usul. Kendi fenomenlerimin çocuklarım tarafından anlaşılmayacağı ihtimali beni korkutuyor. Ya 13 yaşımdan beri onlar ileride okuyup da güler diye sakladığım Leman, Pişmiş Kelle, Penguen ve Uykusuz'larımı komik bulmazlarsa? Ya beni gülmekten yerlere çalan Cem Yılmaz onların gözünde benim Öztürk Serengil'e hissettiğim anlamsızlıkta gelirse? Ne anlatacağım onlara, 5 saat önceden sıraya girdiğim Bulutsuzluk Özlemi konserini mi? Ya Leman'a değil bana gülerlerse? Arsenal maçına "Ee derlerse?", benim neden abartıldığını bir türlü idrak edemediğim meşhur Macaristan maçına karşı takındığım kayıtsızlıkta.


Olur da bundan 20 sene sonra, illa beni anlar gibi görünmek isterlerse Nisan ve Güney 321 günlükken Nobel alan Orhan Pamuk'u bir fenomen gibi görüyormuşçasına davranırlar. Gibi yaparlar. En fazla o olur.

25 Eylül 2008 Perşembe

Nam-ı Diğer

Büyükler başkasına, çocuk kısmı kendisine lakap takmayı uygun görüyor. Çocuklar vahşi deriz hep ama yok aga, esas vahşi yetişkinler. Gücünün yettiğine başka türlü sesleniyor, kendine takılan lakabı beğenmiyorsun. Çocuk daha mert vallahi.

Bizim ikizler konuşmaya başladığı günden beri kendilerine türlü türlü adlar taktılar. Bizim onlara yakıştırdıklarımızı beğenmediler, bize de (şimdilik) götelek gibisinden tuhaf unvanlar reva görmediler sağolsunlar.

Küçük me: Nisan kız olmasının etkisi var mı bilmiyorum ama, hep küçük olmaya özendi. Küçük oyuncakları sevdi, fiziken büyük her şey ona itici geldi. Daha yeni yeni edi-büdü bir şeyler gevelerken kendisinden "Küçük me" diye bahsederdi. Küçük kuzu anlamında. "Küçük me acıktı" falan derdi. Günlerden bir gün (cümleye böyle başlayınca konuyu bir biçimde Nasrettin Hoca'ya bağlamak icap ediyor sanki) Nisan "men kendimi çüçük me olarak nansediyorum" dedi.


- Nasıl yani küçük kuzular gibi mi dans ediyorsun?

- Hayıy. Kendime çüçük me diyoyum ya, öyle nanse ediyorum.


Lanse ediyormuş hanımefendi, kuzu lansmanı.


Avcı: Alabildiğine barışçıl kişiler olmaya çalışır, şiddetin-silahın zerresiyle muhatap etmez iken çocuklarımızı Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler'de Kraliçe'nin Pamuk'u katletmekle görevlendirdiği Avcı bizi ters köşe etti. Sen Güney git, Avcı'yı kendine idol belirle. Avcı geldi, avcı gitti diyor kendini anlatırken o günden beri. Neyse ki, çocuğun örnek aldığı avcı düzgün bir tip. Hümanist melekeleri gelişmiş, Pamuk'a kıyamamış birisi. Avcılar Federasyonu'nun kaale alıp bizden tekzip isteyeceğini sanmam.

Balerin: Bu nereden girdi hayatımıza bilmiyorum. Ama neden erişkin sosyal hayatındaki yeri %1 olmayan balenin, çocukların dünyasındaki etkisini algılayabildim Nisan sayesinde. Kız çocuğu baleden bir haz duyuyor. Nisan konuşmaya başladığı andan itibaren balerin diye tarif etti kendini aylarca, yıllarca. Parmak uçlarında yürüdü. Hala da ara ara yürür, iki yaşındayken kreşleri arayıp "Bale kursuna en küçük hangi yaş grubunu alıyorsunuz?" deme sebebimdir.

Yaramaz(a.k.a Nayamaz): İsyanın ilk emareleri görüldüğünde ana babaya karşı, Güney kendisine yaramazlığı reva gördü. "Ben yaramazım, böyle kabullenirseniz sizin lehinize olur." tavrı yani. Yapma denileni yapmanın ön izahatıydı Güney için "Bakın nayamaz nerden atlıyo..ehe.." Çok sinirlendiğinde de babaya-anneye taktığı unvan oldu yaramaz. Kıyamazlar ona, kızdığında bile ben sana kızıyorum demez. "Yaramazsın sen" der en fazla, içi elvermez ileriye gitmeye. En kızdığında, on dakika dayanabilir küslüğe. Onuncu dakika dolmadan koşar içeriye, saçlar dağınık, her yeri gülüyor. "Baba, babacım. Avcıya bak ne kadar hızlı koşuyor."

16 Eylül 2008 Salı

Bütün isteğim buydu





Her anne baba kadar, belki de fazlasıyla yakınıyoruz. "İki dakka durmuyorlar", "Evin altını üstüne getirdiler", "Bugün bir lokma yemek yemedi", "Bizimkilerin inadı tutmaya görsün" cümlelerini tekrarlıyoruz. Kimisi haklı, kimisi fazlasıyla öznel. Yorgunluk, çaresizlik ya da sinir anında öyle düşünüveriyor insan.

Lakin, anne - baba olarak yalnız ve yalnız bir şeyden yakınma hakkımız olsa; şüphesiz uyku konusunu seçerdik.
Nisan ve Güney'i beklerken çevreden sürekli "İkiz mi, ayy ne güzel" cümleleri duyuyorduk. Ve o kadar kolay farkediyorduk ki "ayy"ın içindeki gizli acıma duygusunu; kızıyorduk yer yer. "Ne gerek var canım böyle çok zor-üstesinden gelinmez bir şey gibi lanse etmeye?" Her neyse efendim, Nisan ve Güney 24 Ocak 2006 günü sabah 07:36 itibariyle doğdular. Ve tüm 24 Ocak'ımız, gelen tebrik telefonlarını yanıtlama, Ayşen'le ilgilenme, en önemlisi de Nisan'la Güney'i uyandırmaya çalışma çabası ile geçti. Uyuyorlardı, gelenlerin "Maşallah maşallah, uyusunlar uzak yoldan geldiler." nidaları arasında. Gece 2'ye kadar kah biz kah hemşireler çimdikledik minicik topuklarından, uyanıp iki ağız meme emsinler diye. Gece 2'de ağlayarak uyandılar. O uyanış, bu uyanış.
İlk dört ay salonda yaşadık Nisan ve Güney'le. Küçük beşikleri vardı. Biz koltuklarda uyuyorduk. Ayşen, anne kontenjanından devamlı salondaydı. Ben işe giden baba mecburiyetiyle arada yatak odasına gittiğimde, devamlı değişen bakıclardan birisi odasından salona geliyordu. Nisan, Ayşen, Güney ise uyumadılar. Hiç.
Burayı vurgulamalı. Eminim ki herkes çocuğunu büyütürken en az bizim kadar yorgun düşmüştür. Bizim tek farkımız, kayıt tutmamız oldu. Günlerin ve anların birbirinin aynı oluşundan mütevellit, dejavuyu engelleyelim kaygısıyla "Az önce kimin altını almıştık, Nisan'dı değil mi, emmiş miydi, hangi gündü o hani altını açtık da üzerimize işedi? Güney kaka yaptı mı bugün?" kargaşası son bulsun diye, an be an logfile'ını tuttuk çocukların. Ve gördük ki, Ayşen ilk 4 ay boyunca bir kere bile 3 saat uyuymamış kesintisiz, günde 25 kere emzirme 25 kere alt almaktan vakit bulup da.
Dördüncü ayın sonunda, beşiğe sığmaz hale gelince bizim canlar, yataklarına geçtiler. Biz de telsiz sistemini kurup odamıza. O zaman da iki saatte bir uyanıyorlardı, gecede onlarca kez alıyorduk virajlı yatak odası-çocuk odası yolunu koşa koşa. Ancak esas sorun, uyuymamaları değildi, uykuya nasıl dalacakları idi.
Beşiğin tıngırtısı iyiydi, ama bitti. Anne memesinde uyuyabiliyorlardı, ama bu paylaşılmayan bir anne durumunda anlamlı oluyordu. Biz de Avustralya yerlilerinin metodunu uygular olduk. Çocukları kanguruya koyup, masanın etrafında döne döne uyutuyorduk.



Kanguru metodu iyiydi aslında, dinamik bir uyutma yöntemiydi. Lakin, çocuklar büyüdükçe iyice sıkışık biçimde yerleştikleri kangurudan inerken uyanmaya başladılar. Verimliliğini kaybetti. Biz de Alaybey Tansaş'ın karşısındaki bebe malzemeleri satan dükkanın kapısını çaldık. Salıncak konusu için.
Salıncaklar, ilk tatillerimizde yanımızda götüreceğimiz kadar faydalı oldu. Çocuklar bayağı bir müddet salıncakta daldılar uykularına. Hem keyifliydi, hem de bizi "ayakta sallama/battaniyede sallama" gibi aslalarımızı çiğnemeye zorlamayan ara bir yol oldu. Bayağı bir müddet de uykuya salıncakta gittiler.

Salıncakta uyuyup yataklarına giderlerdi. Ama ağlayarak, çığlık çığlığa gece uyanması hiç azalmadı. Etraftaki "Şükür bizimkini akşam on gibi yatağına koyuyoruz, sabah 8'e doğru uyanıyor" diyen ebeveynler azalmadığı gibi. Birbirlerini uyandıracaklar, uyumadılar, ateşi çıktı yazık derken bir de baktık ki yanımızda yatıyorlar. Dört kişi, iki küçük Da Vinci'nin meşhur grafiğindeki gibi açmış kolları bacakları, bir de düz çizgi şeklinde yatan anne-baba. Aylarca öyle yaşadık. Kötü falan değildi, gece yatarken yüzüne gelen minyatür bir elden ne kadar şikayet edebilir insan?
Çocuk dediğin bokunu çıkarmaya muktedir. Bir gece yine bir gezi dönüşü baktık ki, Güney bir eliyle Ayşen'in saçını tutmuş öbür eliyle omzunu. Ayşen ise ayakta durup yatağa doğru eğilecek, aksi takdirde kımıldadığı an uyanıyor Güney, yeri göğü katıyor birbirine. Ne kadar zaman geçti bilemiyorum, yeter dedim. Bu çocuk yatağında uyumayı öğrenecek tekrardan. Ferber yöntemini duymuştum, uygulamanın vakti dedim. Ne kadar ağlarsa ağlasın. Koyduk yatağına. İlk deneme.
15. dakika ağlamanın sonunda daire kapısı tıkladı. Baktım alt komşu. Ya da alt komşunun eşi. Komşu lakabı hangi cinsiyete ait bilemedim, ama alt kattaki kadın geldi kısacası.
- Çok içli ağlıyor bir sorun mu var?
- Sağolun ilgilendiğiniz için, biz de ağlamasını istemiyoruz.
- Çok içli ağlayınca...
- Benim de bir baba olarak içim parçalanıyor tabi. Sizin tecrübeli bir anne olarak varsa bir fikriniz.
- Çok ağladı biz de..
- Hanfendi siz merak ettiğiniz için mi buradasınız, rahatsız olduğunuz için mi?
(alt kattan komşu, ya da eşi, kısaca Burhan'ın sesi) - Rahatsız olduk Erdem Bey, sizin de çocukların da sesinden.
- Rahatsız olduysanız polis çağırın lütfen. İyi geceler.
Çocuğunun ağlamasının üstüne gelen her yorum fazladır bir anne baba için. En azından bizim için. Bu olayın üstüne Burhan ismi marka oldu bizim evde, Burhan Altıntop'un da katkısıyla; çocukları korkutacak sanal, ceberrut alt komşu ismi hep Burhan kaldı. Benim küçüklüğümün Burhan'ı da Tayfur idi bu arada :) Ama Ferber metodu da bir süreliğine askıya alındı. Zaten pek de hazır değildik. Erteledik.
Bieberon devriydi, biberonda süt emerek uyumaya alıştı çocuklar. Bizim yatağa iki çocuk ve yarı dolu iki biberonla gidiyorduk. İkinci masalın ortasına doğru biberonlar bitiyor ve gözler kapanıyordu. Ama dedim ya, çocuk sınırları zorlar her zaman. Değişiyor, gelişiyor. Bir kaç hafta sonra çocuk başına yarım biberon, iki tam biberona çıktı. Masallar uzadı. Keloğlan'ın gezmediği ülke kalmadı ve gözler hala tam kapalı değildi. Bir müddet daha geçti. Ki bu bir müddetin içinde benim bir aylık yurtdışı iş seyahatim falan da vardı. Gece düzenli uyumayan iki çocukla, sürekli arıza yapan bakıcılarla ve gündüzleri 10 saatlik mesaisinde işiyle uğraşan Ayşen'i kurtarmak amacıyla benim de ısrarımla 2.Ferber devrini uygulamaya başladık.
Anne ve babanın uzlaşması çok önemli başlangıçta. Yöntem kısaca şu. Çocuğun uyku saati geldiğini anlamasını sağla. Banyosunu yaptır, pijamasını giydir. Masalını oku, öp ve "Canım şimdi uyku vakti, hadi sana iyi geceler. Korkmana gerek yok ben evdeyim." de, göz teması kurmadan aşırı bir merhamet göstermeden odadan çık. Muhtemelen ağlayacaktır çocuk, ve ne kadar ağlarsa ağlasın 3 dakika boyunca odaya girme. (Ki 3 dakikanın ne kadar uzun sürdüğünü tahmin edebilir herkes) 3 dakikanın sonunda ağlama devam ediyorsa odaya gir, kızmadan ama aşırı şefkat de göstermeden "Geç oldu hadi yatmalıyız" manasında bir sözle varlığını hissettir ve çık. Ağlama kesilmezse bunu 5-7-10 (maksimum 10) dakika aralara tekrarla. Çocuk uyuyacaktır.
Kapının önünde çocukların çığlıklarını dinlerken, "Nah uyuyacak" derken bitti bir biçimde üç dakika. İlk ziyareti yaptık. Bir şey değişmedi, ümitsizliğe kapılmak üzereyken....2. dakikada kesildi sesler. İnanılmaz. Ferber bizi diskoya götür.
Tabii ki çocuk gelişiminde hiç bir şey cetvel gibi dümdüz gitmiyor. Ancak o gün bugündür Nisan ve Güney kendi kendine uyumayı başarıyor. Uykuya dalmadan bizi 20 tur çağırıyorlar. "Başucuma süt-su-meyve suyu-peçete koyabiler misin?", "Dün aldığımız küçük balerinlerin olduğu kitabı okuyamıyorum, ışığı açabiler misin?". Ağlayarak uyanıp gördükleri korkulu rüyayı da anlattıkları oluyor, su istedikleri de. Ama Ferber'e bin selam olsun ki neredeyse 1,5 yıldır Nisan ve Güney'in ciddi bir uykuya dalma sorunları yok.
Evet az uyuyorlar, evet onlar uyuduktan sonra bize kalan zaman yetmiyor. Ve evet, kimi gün uyumaları için hala gözlerinin içine bakıyorsun. Ama öyle bir şey ki, aslında uykuya daldıktan 25 dakika sonra özlüyorsun. Sabah olsun da, mis gibi kokmuş boyundan, pembe yanaklardan öpeyim diye.

15 Eylül 2008 Pazartesi

Uzundur bu yollar, giderim gözüm kara # 1


Yerinde duramaz, seyahatperver bir insansanız; çocuklu hayat mobilize yaşamın bir süreliğine stabil hale gelmesidir bilesiniz. Bir kere "40' ı çıkmak" diye bir terim var. İlk kırk gün doktor dışında bir yere pek gidilmiyor. Anne zaten lohusada, memeler süte alışmaya çalışıyor. Çocuklar el kadar, bizim eller acemi. Huyunu suyunu bilmediğimiz iki insancık, üşür mü, terler mi, daralır mı, araba mı tutar?

O ilk 40 gün pek de insanın aklına sokaklar düşmüyor aslında. Ev zaten olmuş Harlem, bir dünya insan, her kafa bir ses, bezler, battaniyeler, dereceler, emzirme sütyeni, kocaman göbek, gelen giden ve getirdikleri çeyrekler, çocukların ödemi atıp kilo vermesi, emmeye başlayıp kilo alması...

İlk 40 gün bir şekil geçiyor hatta ilk 2 ay, 3 ay nispeten rahat. Babaanne ve Hala ziyaretleri dışında çocuklarla ilk kez dışarı çıkışımız Bostanlı sahile inmemizdi. İkisi de durmadan ağlamışlar, iki kucakta iki bebek, ayaklarla da bebek arabalarını ittire ittire otomobilimize dönmeye çalışmıştık. Ve evde kara kara düşünmeler. Ne edeceğiz bundan sonra?
Çocuklarla ilgili her olumsuzluk gibi bu da çabuk unutuldu ve büyükanneye gitmeyi denedik.Anneannem Manisa' nın Saruhanlı ilçesinde yani aslında 1 saat sürmeyen bir mesafede ama biz bunu da şehirlerarası saydık. Ocak 24 de doğan Nisan ve Güney' i nisan ayının ilk günlerinde büyükannelerine götürdük. Bahar havası, bahçeli evin tatlı esintisi çarptı çocukları ve 2 aylık ömürlerinde hiç olmadığı kadar uyudular pusetlerinde.

Ve bu gezinin de motivasyonu ile 3,5 aylık ikizlerimizle, o zamanlar Marmaris' te yaşayan anneannelerine gitmeye karar verdik. Biz eski biz olsak heheeeyt, açardık camları, açardık müziğin volumünü, tek bir molada yer içer, türk kahvemizi de eksik etmez, 2-3 saatte girerdik Marmarise. O zamanlar tatlı bir VW Polomuz var, bir de hırsız olduğu sonradan tescillenecek olan tombiş bir bakıcı kızımız. Araba ağzına kadar dolu, çocukları salıncakta uyutuyoruz o sıralar. Risk alamadık, salıncakları da demonte edip attık arabaya, bezler, ıslak mendiller, 5 güne ellibeş kat giysi, giysi dediğimiz el kadar tulumlar. İki puseti arka iki koltuğa bağlıyoruz, ortaya bakıcımız geçiyor. Kızın ( çalıp çırpmasa kızcağız derdim) kıçı zor sığıyor, yanları morardı dar alanda. O dar alana girebilmek için bir de ön iki koltuğun arasından atlamak gerekiyor. Bir o, bir ben devralıyorum nöbeti. Bir süre 15 dakikada bir, sonra yarım saatte bir mola vererek uzun bir yolculuk sonu varıyoruz Marmaris' e.

Ben bakıcının "sığamadım" dediği alanda bebek emziriyorum sırayla, bir Polo ön koltuğunda alt açma bezi sermiş alt alıyorum, puset terletiyor, arabayı sağa çekip, o dar alanda daha kafayı doğru dürüst tutamayan kuzuların üstüne değişiyorum. Ve hiçbirşeyi atlamıyoruz bakımda, pişik kremini de sürüyoruz, d vitaminini de veriyoruz çocuklara.

Marmaris' vardığımızda kuzular gecenin ve arabanın verdiği sersemlikle uyumuşlardı. Annemle babam iki tekli koltuğu birleştirip yatak yapmışlar, onunda yanına ikili kanepeyi dayamışlar; iki adet aşırı korunaklı yatak elde etmişler. Hatta anneanne ve dede olmanın da coşkusu ile abartmışlar, koltukların dibine pamuk yataklar serilmiş, benim ve kardeşimin bebeklik çarşafları, pikeleri serilmiş, marmaris' te edindikleri arkadaşlardan oyuncaklar anakucağı ödünç alınmış. Çocukları yatırıp, annemin şımartma menüsü zeytinyağlılarını atıştırıp, şükürlerle yatağa atıyoruz kendimizi.




İnsan ne zaman plan yapmaz, beklentiye girmez ise şans o zaman gülüyor. Bu benim tezim ve sanırım Murphy' nin de. Yani arasın diye bekledikleriniz aramaz ama ne zaman ki aklınızda "evde jöle kalmadı"fikri ve günün gazetesi ile tuvalete girseniz çalar telefon. Ya da dinlenmek için gidilen her çocuklu tatil yorgunluktan bayıltırken, anneannesi ya da babaannesi mutlu olsun diye çıkılan tatiller ilaç gibi gelir insana . Bu da öyle oldu. Bizim çocukları annemlere ya da bakıcıya bırakma gibi bir fikrimiz katiyen yoktu. Aklımıza bile gelmemişti bu olasılık. Ama tatilin ilk sabahı, Marmaris' te rahat gezebilmek için ve bütün yaz lazım olacağını düşünerek bir ikiz arabası almak için çarşıya çıkalım dedik. İki adet tekli bebek arabamız vardı ama bir hesap hatası sonucu bagaja kesinlikle sığmıyorlar, kritik açı ile sığdırabildiğimizde de bagaja fazladan bir mendil bile girmiyordu. O sebeple o arabalarla ilişkimiz başlamadan bitti. Mesela bir fotoğraf koyayım dedim ama bir tane bile bulamadım. Neticede niyetimiz hepbir çarşıya gitmek, bir araba alıp onunla eve dönebilmek. Annem dedi ki; bu sıcakta çocukları çıkarmayalım, yeni emzirdin nasıl olsa, 2 saat sonra uyuyacaklar. Biz oyalarız, acıkırlarsa mama veririz. Siz sakin sakin alıp gelin. Ahanda! 3,5 ay sonra kollarımı sallayarak dışarı mı çıkacağım? Çocuklar ağlamaktan fıtık olurlar, annem aklını kaybeder, bakıcı annemleri soyar çocukları kaçırır ve aslında bütün bunları söylersem bana terapist aranmaya başlanır. O sebeple birşey demedim. Olur dedim, içim pır pır, koşar adımlarla Marmaris çarşıya yöneldik.

İlk bulduğumuz ikiz arabası hoş ve ucuzdu ama bize nasıl yapıldığını öğretmek için dükkan sahibi arabayı kapattı ve bir daha da açamadı. Gene de bir ümit 1 saate yakın orada uğraştık. En sonunda adamcağız " ya bu olmayacak, zaten ola ki açtık, siz bu şeyi nasıl kullanacaksınız?" dedi ve biz 2 katı parayı biraz düşünerek chicco' daki ikiz arabasına verdik. Ki koca seçimimden sonraki en doğru kararımdır.


Eve taksi ile döndük. Delice çarpıyor kalbim. Bir de baktık, kuzu kuzu uyumuş kuzular. Annem bir plastik havuz şişiriyor.Uyanınca çocukları salonun ortasında içine sokacağız. Evin içine soktuk arabayı. Denedik salonun ortasında. Çocuklar uyandı. Özlemiştim iki saatte. Emzirdim, yıkadık
, oynadık, bebek arabası ile dışarı çıkardık.


Çınar mıydı adı oksijen deposu bir yere götürdü annemler bizi. Çocuklar sanki bir İsveç çocuğu, bir Amerikan evladı, tık demediler. Öyle huzurlu, şaşkın, mutluydular.

Eve döndük yorulmadan, yıpranmadan, bir ara babam kaybolmuştu biz evde çocukları uyuturken. Bir de baktım taze balık, soğuk rakı, soğuk mezeler. telsizler kuruldu, ilk emzirme 3 saat sonra filan olur iyimserliği ile iki yudum rakı içtim. Çocuklar 21.00 de uyudu ve 01.30 a kadar mık demediler. O zamana kadar ki en iyi skordu bu.

Ertesi akşam, annem -yüce insan- dedi ki, "haydi çocukları emzir, biz uyutalım da siz karı koca başbaşa bir çıkın gezin, kaç aydır hapsoldunuz eve." İnanamadım bu fikre. Olur mu olur. Koşarak gittik gene çarşıya, çok da yer aramakla vakit kaybetmedik. Barba my friend diye bir Yunan lokantasına oturduk. Masmavi tahta sandalyeler, balık ağlarından dekor, inanılmaz güzel bir müzik, taze balık, deniz börülcesi, kalamar, yeşil efe. Birbirimizin gözlerine bakmaya vakit bulamamışız aylardır, bütün seni seviyorumları çocuklarımıza kullanmışız, iltifatlar hep bebeklerin kilo alışına harcanmış, o gece hasret giderdik aşkla. İki kişi olduğumuzu hatırladık herşey gaz ve toz bulutuyken daha, aşk bize sığmadığı için, taşanlar ziyan olmasın diye çocuk yaptığımızı anımsattık birbirimize.

O gece, bu ilişkinin ve çocuklu hayatın en az 5 ayının redbull' u oldu. Ve aklıma "keşke fotoğraf makinasını da alsaydık" cümlesi gelmeyen anısını kağıda aktaramadığım nadir anlardan da biri olarak kaldı.

Ertesi gün öğlen uykusu zamanı, annemden bu sefer de "siz koşa koşa bir denize girip gelin, bir daha fırsat olur ya da olmaz, bir ıslanmadan dönmeyin" fikri ile geldi. Ama Marmaris sahil pek iç açıcı değil, her yer ingiliz, sahil hepten cafe-bar. Bir gün önce gözümüze ilişen bir aquaparkta bulduk kendimizi. Çantayı kenara atıp, koştuk kaydıraklara. Durup dinlenmeden, n tane basamağı çıkıp koyveriyoruz kendimizi aşağıya, sonra 7 yaş coşkusu ile bir daha kaydırağa, sonra bir daha. Takribi 1 saat kadar sonra, kaydırak başında, simitleri tutan görevli genco dedi ki "abi bişey soracam, siz ne yapmaya çalışıyorsunuz? ben sizi izlerken öldüm yorgunluktan" lafa tutma kardeş dedik, yarım saatimiz kaldı, 15 kere daha kayıp hemen kaçmamız lazım, çocuklar uyanacak ve memeleri klordan arındırmamız lazım.

O tatil, kocaman bir "başardık" hissidir. Çocukları evde bırakıp da dışarı çıktığımız ilk ve son tatildir. Aklımda tek bir tasa anısı bırakmayan nadir tatillerdendir. Daha da güzellerini yaşayacağımıza dair umut dopingidir. Şu güne kadar sayısız kez, uçağa, hızlı feribota, normal feribota, dolmuşa, otobüse,metroya, her marka arabaya çocuk bindirebilmemizin mihenk taşıdır.

Marmaris ile ilgili aklıma gelenler o güne kadar "English breakfast, Steak with mushrooms 25 €, Gucci, Armani, Dolce Gabbana t shirts 3 for 10 $" iken şimdi hep fonda Yunanca bir şarkı, Hanımeli kokusu, ışıklı liman görüntüsü, kızarmış ekmek kokusu ve en yakın arkadaşım en büyük aşkım çıkarsamasıdır.

Barba my friend, Güney' in rakısına buz atacağım, Nisan' ın boynuna tezgahtan gümüş nazarlık takacağım günlere kadar varolman dileğimle. Bir resim kadar renkli ve kulaklığımda çalan bir müzik kadar canlı ve fişsizsin hala anılarımda.












11 Eylül 2008 Perşembe

AnneM



Ben annemi hiç ağlarken görmedim. Sert mizaçlı filan değildir. Neşelidir, enerjiktir ve herşeyin ötesinde her zaman mantıklıdır. Rahman ve rahim olandır bir nevi. Her şeyi bilir, hisseder ve ancak talep edilirse müdahale eder. Hayatı kolaylaştırandır. Ama tam da bu sebeplerden, ne zaman hasretle yandığını, ne zaman üzüldüğünü anlayamam. Üzüntüden ağlatmadım pek annemi. Üniversiteyi kazandığımda, 4500 kişilik karma yurda beni bırakıp gittiklerinde, teyzem telefon edip ağlamıştı hatta annemin yerine de. "Annen ağlayamaz birtanem ama ben perişanım, nasıl yapacaksın oralarda bir başına" diye.

İnsan annesini ağlatmak ister mi? Ben içten içe istemiştim zaman zaman. Mutluluktan ağlasın istedim, beni çok özlediği için ağlasın. Ki ben annemin sevgisini içim acıyana kadar hissedeyim. Öyle bir an yaşayalım ki, ben hatırladıkça gözlerim nemlensin, içimde bir yerler tırnak izi gibi çizilsin. Okulu bitiriyorum 4 senede dedim, çok sevindi ama mantıklıca dedi ki; "Kendini üzme, yıpratma bitsin diye. Çok güzeldir öğrencilik, acele etme. 1 sene daha gücüm yeter seni okutmaya, bunun için çalışıyorum ben" İş buldum. İlk işim. Annem atladı geldi. Kendimi iyi hissedeyim diye yemek ısmarlattı kendine, kızının ilk maaşıyla ve bana takım elbise, gömlek hediye etti.

Evlendim, kına gecesi filan istemedim. Oldum olası hazzetmem adetlerden. Her memleketinki bin türlü. Hem insanın enerjisi kalmıyor sonra düğüne. Kuafördü, fotografçıydı uğraştık, annem "biz evde olacağız, eve gelin oradan konvoy yapar gideriz isterseniz" demişti. Benim bekar evime bir döndük ki, sevdiğim herkes orada, bütün akrabalar, arkadaşlar, Erdem' in tüm akrabaları. Şimdi ağlar dedim gelin arabasına binip evden tekrar çıkarken, baktım balkonda neşeyle el sallıyor bir yandan da eliyle saçın çok güzel olmuş işaretleri yapıyor.

Hamileyim dedim telefonda, nutku tutuldu. Sesini iyice anlayabilmek için kulağımı ahizeye yapıştırdım; titriyor mu diye. "Çok sevindim, bu ne güzel süpriz. Dilim tutuldu. Dur babana söyleyeyim, sakinleşince ararım seni geri" dedi.

Ama hiçbir anne kızını hayalkırıklığına uğratmıyormuş bunu öğrendim. Daha ikibuçuk senelik anneyim, tek bir kelime değilmiş annelik bunu öğrendim. Onun yaşadığı bir koca hayat kendinin, bir koca hayat da benim. Hiç bensiz olmadı ki doğdum doğalı. Ne çektimse aynını yaşadı. Çoğunda benden de güçlü olmaya çalışarak, bendeki yaşımdan gelen mantık eksiğini, beni üzmeden kapatmaya çalışarak, arabuluculuklara soyunarak, mutluluğuma giden yolları bulmaya çalışarak, beni benden çok sorgulayarak ve sakınarak, uzak bile olsa yanımda hissedebilmem için çabalayarak. Ve ben şimdi kalkıp bir tutamam kendimi onun 30 senelik emeği ile.


Ben daha onun bana yaşattığı şu mutluluğu çocuklarıma yaşatmadan kendimi onunla kıyaslayamam. İşte ömrümün sonuna kadar aklıma kazıdığım işbu resimdedir o mutluluğum. Annemi ağlattığım andır.


İlk torunlarını kucaına sağsalim verdiğim an. Ve annemin gözlerinde gördüğüm; benim sağlıklı olmamın rahatlaması, anneanne olmanın inanılmazlığı, kucağındaki torununun küçücüklüğünün şaşkınlığı, yeni bir hayata başlamanın heyecanı, 27 yıllık emeğin en elle tutulası neticesini kokluyor olmanın hissi, annemin annelik sınavının son kertesi.

Ağlamadan bakamadığım tek fotoğraftır; onun gözyaşlarını tutmaya çalıştığı anların en başarısızı.
İçimdeki tırnak izi acısıdır.
AnneMdir.

7 Eylül 2008 Pazar

Değiş Tonton




Hamilelik acaip bir şey. Bazen erkekler için üzülüyorum böyle bir şeyi ıskaladıklarından dolayı. Sonra hemen geçiyor gerçi üzüntüm. O da eksik kalıversin.

İçinde ve adında "anne, çocuk, ebeveyn" geçen bütün dergilerde hamilelik hep yüce ve mucizevi bir his olarak tanımlanıyor. Cidden öyle. Ama pek çok kadın da hamilelik üzerine düşündükçe dehşete düşüyor. Şöyle ki; içimizde bir canlı yaşıyor. Hayatı tamamen bize bağlı. Öylesine bağlı ki, markette düşüncesizce kaldırılan bir deterjan paketi, içilen bir kadeh alkol, bırakılamayan sigara o içimizdeki mucizenin ve bizim geleceğimizi tamamen karartabiliyor. Hayatı özgür yaşamaya alışan bir kadın için doktorun ilk günden koyduğu yasaklar da travma yaratıyor. İçki, sigara, sakatat, midye ve deniz böcekleri, konserve, donmuş gıda, ketçap mayonez gibi katkılı gıdalar, asitli içecekler, sucuk, sosis muhteviyatı yiyecekler, güvenilirliği kesin olmayan lokantada yenen yemekler vesaire vesaire yasak. Ne zamana kadar ve nasıl sevişileceğini doktora danışmak gerekiyor. Yavaş yaşamaya alışmak gerekiyor, herşey yavaşlamalı. İstemeye alışmak gerekiyor. "Bana bir bardak su getirir misin anne?" "Canım, belime bir yastık daha koyar mısın?" Bu isteme hali tercih edilebilir bir nazlanma ve şımartılma hali olarak lanse ediliyor. Oysa benim gibi "ele iş buyurup 10 dakika tarif edeceğime, kendim hallederim iki saniyede" ekolünden bir kadın için gerçekten ızdıraba dönüşebiliyor.
Öte yandan hayal dünyası alıp başını gidiyor insanın. Yepyeni bir insan çıkacak ortaya. Aşık olduğumuz insan ile puzzle yaparken bile zevk alıyorken, ortaya çıkacak bu eserde ise hem ondan hem bizden ortak bir şeyler olacak. Ve bu "çekme"ler hep süprizle girecek hayatımıza. Doğduğunda babaya benzeyen burun, ilkokula başlarken annesinin tıpkısına dönüşecek. Çocukluğu babasının iştahsızlığında geçerken, ergenliği annesinin ekşi yeme sevdasına dönecek. Hiçbirşey belli değil. Ama her olasılık gülümsetiyor.

Doktor bebeğin kalp atışlarını ilk dinlettiğinde anne-baba oluyor insan. Elinden gelse pamuklara sarar insan o koca göbeğini, yeter ki kuzucuğa bir zarar gelmesin. Sonra ilk kıpırtılar başlıyor. Bu kıpırtıları doğru mu hissediyorum diye herkese soruyordum. "Nasıl bir hareket bekliyoruz ilk?" En güzel ve gerçeğe en yakın cevap anneannemden gelmişti. "Kuzum, böyle biri içinde gözlerini açıp kapatıyor da, kirpikleri içinde bir yere değiyor gibi ya da kelebek yavaş uçarken kanatları değiyor gibi" Son aylarda iyice belirginleşiyor hareketler, dışarıdan bile görünüyor. Ben bizimkilerin dirseklerini üç parmağımın ucu ile tutabiliyordum karnımın dışından.
Öte yandan, hamileliğin nasıl geçeceğini % 50 fiziksel özellikler ( acı eşiğinin yüksekliği, bulantı yaşanmaması, sorunlu gebelik olmaması vs) % 50 sini de baba adayı belirliyor. Kadın olmaktan öte, hangi insanın vücudunu 9 ay gibi kısa bir sürede tanınmaz hale getirirseniz getirin travma yaşanması kaçınılmazdır. Hatta vücuttaki değişimlerin bazısının kalıcı olacağını da biliyorsunuz. Neden Angelina Jolie' nin, Gülben Ergen' in başına gelmiyor bilmiyorum ama kadınların çoğu bu süreçte çatır çatır çatlıyor. Karın, bel, basende yol yol izler oluşuyor.Göğüsler 3 bedene kadar büyüyebiliyor. O koca göbeği taşımak da represant çantası, laptop taşımaya benzemiyor.



Son aylarda karnım o kadar büyümüştü ki, göbek deliğim bir çay tabağı şekline gelmişti. Derim inanılmaz parlak ve inceydi. Saydama yakın bir görüntüsü vardı. Doğuma yakın dönem sanki bir işe yarayacakmış gibi çatlak önleyici krem ve ovadril sürüyordum tüp tüp. Delice kaşınıyordu çünkü. Her an doğurabilirim diye maaile bizim evde yaşıyorduk. Babam ben krem sürerken bakamıyordu. Krem tüpünün köşesi değse balon gibi patlayacağımı düşünüyordu.


Bebek doğum kanalına inmeye başladığı dönemde kasıklarımdaki kemiklerin ( kitaplarda pelviste açılma diye geçer) ayrıldığını hissediyordum yattığım yerden. Karnımın çatlamasının sesini bile duyabiliyordum sanki.




İşte baba burada gösteriyor babalığı, sevgililiğini. Minnettarım kocama çünkü aynalara inat hiç bir balon gibi hissettirmedi bana kendimi. Öyle içten ve tatlı yalan söylerdi ki, aynalara, basküllere değil ona inanırdım. "Yanakların ne tatlı oldu senin, ohh öptükçe öpesi geliyor insanın." "Doğumla beraber göbek gidecek sen rahat ol, bak kolların hala incecik" "o kadar güzel yürüyorsun ki badi badi, yorulacağından korkmasam sen yürü ben seyredeyim diyeceğim" " Saçların parlıyor resmen, çok yaradı hamilelik, o kadar güzelleştin ki" Bunlar aslında ay parçarçasısın ama dolunay demek ama çocuklar 1 yaşına geldiğinde hamilelik resimlerime bakarken ancak idrak edebildim o dönem dehşet bir şişko olduğuma.




Lohusada yaşanan ağır depresyonda da eş faktörü, kadının anneliğe hazır olup olmaması kadar önemli bir etken bence.
Doğumdan sonra tebriğe gelenler henüz doğuma girmedim sanmışlardı. O göbek gitmedi. Hem de hiç gitmedi. Uzun bir dönem taşıdım. Hatta işe dönmeden önce kıyafet almaya gittiğimde satış görevlisi " fazla dar olmasın aman, bebeğe zarar gelmesin" demişti. Boğarım seni şıllık diyemedim tabi.

Bu dönemde de sevgilim hep yanımda, faydası çok sonra farkettiğim görünmez bir teselli abidesiydi. Normalde aramızda 30 santim boy ve bir 30 da kilo farkı olmasına rağmen doğumdan sonra onun şortlarına giremiyor, t-shirtlerini sündürüyordum. O ise buna "Tanrım benim t-shirtümü giymişsin, çok hoşuma gitti. Neden bunca sene bir kere bile giymemişsin ki! Çok seksi olmuş" tavrı ile yaklaşıyordu. 36 beden hiçbir kıyafetimi kaldırmama izin vermedi. "Şimdi kaldıracaksın, 2 ay sonra bir daha çıkaracağız, hiç uğraşma" diyordu. Ben de ayları saymadan inandım o 2 ay hikayesine. 44 beden bir kot aldık bana. "Ohh ve özlemişim sevgilimin böyle sportif hallerini" dedi. 44 beden bir kıçla ne kadar sportif göründüğümü sorgulamama fırsat bile vermedi. İşbu sebeplerle benim mahalleme uğramadı lohusa depresyonu. 2 kere karabasan gördüm, İkisinde de başucumda bekliyordu. Bir tufan değil de hafif bir meltem gibi geçti gitti lohusa. Ben onu sevdim o da beni. O kadar ki lohusalık dönemi 6 hafta sürer derler bende 3 ay kadar kaldı yatıya.

Sonra cidden gitti kilolar, çatlaklar kaldı. Ama hala aynı sevgililik müessesi devam ettiği için, batman yumruklamış gibi olan göbeğimle ben, bikinimi çekip sahilde yürüyüşe çıkabiliyorum.
Hamilelik bana hiç koymadı. Dehşete düşmedim aslında hiç. Çok hazırdım o zaman anneliğe, çok istemiştim, milyarlarca hayalim vardı. Ne ağrısı sızısı ne ameliyatı büyüdü gözümde. 39. haftada sezaryanla doğum yaptım. İkiz için çok ama çok iyi bir tarihti. Ve benim üzüldüğüm suyumun bile gelmemesi oldu. Tam bir doğum anı yaşamadım sanki. Ama çok neşeli olduğumu hatırlıyorum. Olanca sırıtmamla düğüne gider gibiydi doğuma gidişim. Doğum sonrası da ne ağrı ne sızı. Epidüral anestezinin etkisi 2-3 saate geçer, o zaman biraz kalkıp 10 dakika yürüyün sonra yatarsınız dediler. 2 saat sonra bir kalktım ve şu 2,5 sene zarfında da bir daha asla eskisi gibi yatmadım.




Annelik bir nevi enerji altın vuruşu. 1 sene kadar hiç uykuyla geçen geceler, susturulamayan çaresiz ağlamalar, aşılar, bakıcı krizleri, herşeyi en iyi bilen eş dostun ziyaretleri ve bitmez nasihatleri, kalabalık aile yaşamına geçiş, iş yerinde "bu kadar zamandır yoksun ama hadi gene geç çalış bakalım" havaları ama gene de geriye dönüp bakıldığında kocaman bir mutluluk. Hiçbir yorgunluğu hatırlamıyorum. Hiçbir ağrı sızı anım yok.




Geçen gün kuzucuklarıma en tepedeki raftan oyuncak indirecektim. İkisi bir dediler ki " sen küçücük bir annesin, düşeceksin. Babam kocaman bir baba, o gelince alsın"


İşte o iki kirpik kıpırtısı, kelebeğin kanat çırpışları dile gelmiş, anne gene küçücük, baba kocaman. Hayat rayına girmiş, ama lunaparktaki radarın rayı. Her an süpriz, hep adrenalin, yüksek sesli müzik, şamata, eğlence, kahkaha...

6 Eylül 2008 Cumartesi

Ceberrut

Mevzu Nisan ve Güney'le doğrudan ilgili değil gibi, öte yandan hamilelik de dahil son üç küsür senede Nisan ve Güney'le ilgili olmayan ne var ki?
Cep telefonuyla ilk karşı karşıya gelişim 95 ya da 96 senesinde, Bornova Anadolu Lisesi'nde voleybol oynarkene; hasbelkader BAL'a yolu düşmüş bir velinin elinde gördüğüm andı. O dönemde cep telefonunu züppelik emaresi gibi gören 16 yaşında veletler olduğumuzdan kelli, oyunu bırakmış dayının etrafında halka oluşturmuş, telefonla konuşmaya çalışan biçare amcanın çevresinde döne döne "Pınarbaşı burma burma" söyleyerek hem delice eğlenmiş, hem de şaşkın amcanın telefon konuşmasını sabote etmiştik. Var mıydı öyle uluorta zenginlik gösterisi yapmak? Mahalle baskısının hasını koymuşuz ya ortaya bok kadar boyumuzla.
Bu olaydan yaklaşık iki sene sonra, İstanbul'da öğrenciyken, ailemle görüşme sıklığımı o zaman pek yaygın olan kontörlü telefonculara gidişim belirler, ikimiz de ev-cep hiç bir telefona sahip olmayan bir çift olarak sevgilimle birbirimizi saatlerce beklerken randevulaşılmış yerlerde ; İzmir'den bizimkiler bir haber yolladı. (Mektupla mı nasıl artık hatırlamıyorum.) "Siemens'in kampanyası varmış, çamaşır makinesi alana telefon+sim kart+bağlantı ücreti bedavaymış. E biz de makineyi değiştirecektik zaten. Kullanırsan telefonu sana..."
Ne kadar ilginç geliyor 2008 yılında bu cümle. 10 yıl olmamış halbuki, hızlıca sayalım absürdlükleri. Birincisi, şu an bizim hayrımıza yumurtlamadığını bırakmayan operatörler bağlantı ücreti ve sim kartı iki ayrı kalem gibi satardı o zaman. Biri olmadan diğeri olacakmış gibi. Havayolları şirketlerinin havaalanı vergisini ayrıca yazmalarından dört kat daha üçkağıt içeren bir numaraydı. İki, bir anne 18 yaşındaki oğluna telefon alacak, faturasını kendisi ödeyecek ama oğlunun gazabından korkuyor "Kullanırsan" diyor, rica-minnet. E jandarma, sosyalistiz. Üç, ilk kez telefon alınacak Siemens ne :)

Bir iki ay sonra geldi telefonum, PIN kodu, PUK2'nin yazılı olduğu karton parçası falan hep içinde. "Aman şöyle şarj olmadan açma, böyle düğmelerine sert basma" hassasiyetindeyiz. Ev rutubetten geçilmiyor. İlk mesajımı kuzen atmış, açar açmaz öttü telefon. Ama mesaj ne, zarfa nasıl basılıyor fikrim yok. Niye öttüğünü de anlamadım. Bir baktım telefonun ana ekranında Turkcell yazısının altından kelimeler akıyor 1 karakter/saniye hızla. "Sevgili Erdem, yeni telefonun hayırlı olsun..."falan filan yazıyor. Siemens'in kolay mesaj okuma özelliği. Zağar annemler cümle aleme lansmanını yapmış yeni numaramın :) Tabi 120-130 karakterlik mesajın milim milim akışının bitmesi iki dakika sürmüştür. Allahıma heyecanlandım. Elektronik-Haberleşme mühendisliği ikinci sınıf öğrencisiyim o sıra.

O telefon iki seneye yakın elimdeydi herhalde. Yassı, üzerine basılmış gibi. Milletin elinde eğimli Nokia'lar, kütük Ericsson'lar falan var. Ben daha bir özgün duruyorum "ciuv ciuv" melodilerimle. Gel gör ki bu özgünlük, değişmesi namümkün anteninin üzerine oturup kırmamla elimde patladı. (Götümde patladı yazmalıydım, ayıp olur kaygısı güttüm.) Çekmemeye başladı bizimkisi. "b..de...ni...ço...yor...um" temalı konuşmalar gerdi bizi; para da yok. Bir İzmir öze dönüşünde anneyle Kıbrıs Şehitleri'nde bir telefoncuya girdik.

O günlerde reklamı çok çıkıyordu. Alcatel One Touch Pocket. Yassı olmaya o da yassı. Hatta en şekilsiz telefon. Ortaokul geometri dersinde yamuk öğretirlerdi (trapezoid). Aha da aynısı. Ama reklamına bak, aklın durur. İnce, titreşimli, saatli, kalem pille de çalışıyor istersen (nefis bir özellikmiş bu be ya). 59.999.999 TL idi hatta. 55'e vermişlerdi. Alcatel'in One Touch furyasının amiral telefonuydu.

Ama kimsede olmayan bir telefonu almak hata o dönemde. Anlatamazsın. İkincisi yassı yassı nereye kadar. Üçüncüsü deminkiyle aynı cevap, telefon alıyorsun Alcatel ne iş:)


Telefonun en uçuk özelliği de tuş kilidinin 159 tuşlanarak açılmasıydı. Oradan "1-5-9 insanın yanlışlıkla götüyle basmasının en zor olduğu tuş kombinasyonudur" gibi mühendisvari sonuçlar çıkaracak kadar yanlıştım. Zira Siemens'in antenini kıran götüm tuş kilidini açmaktan daha büyük başarılara imza atıyor, bu sefer de arka cebimdeyken üstüne oturduğum One Touch Pocket'ın kristal ekranını kırıyordu. Ama telefona bir şey olmadı. Ekransız bir cep telefonuyla karşı karşıyaydım. Kütür kütür de çalışıyordu. "E nasıl kullanıyorsun" hoyratlığına ukaladan cevaplar patlatıyordum. "Ev telefonunu nasıl kullanıyorsun ekransız, numarayı çevir ara, çalarsa aç". Gelen mesajı da iletmek için gerekli tuş kombinasyonunu ezberlemiştim, o an yanımda kim varsa ona iletip o telefondan okuyordum. Bir müddet böyle idare ettim. Eve de söylenmiyor sizin sermayeyi bağladığınız makineyi çatlattım diye. Canıma tak edince, Gittim Etiler'de Genpa Menpa öyle bir yere. Telefonun ekranını yaptıracağım. Verdim telefonu kıza, baktılar. "Ekran değişecek" dediler. İyi değiştir, kaç para? 63 milyon, telefonun yenisi kaça? 52 milyon. Ben sana daha enaktarın neyini kodlayayım, böyle iş mi olur keriz bulun beraber takılalım? Memnundum da Alcatel'den. Gittim 48'e mi ne, yenisini aldım. Aynından.

Alcatel(2)'yi, aldıktan bir süre sonra halamı görmeye gittiğimde, kanepede uzanmış telefonu halıya yatırayım derken orada bizim kuzenin kızının oynadığı küçük tastaki suyun içine koydum salak gibi. Yarım saat marine oldu senin One Touch. Bir farkettim, panikle pili çıkar, kaloriferde kurut murut. Allahıma çalıştı. Helal lan sana Alcatel, ekran dağıldı çalıştı. İç dış yıkadık çalıştı. Üç dört ay idare ettik ki, bir sabah bizimki Mortingen Strasse. Etiler'deki dalganın yerini biliyorum. Ama bu sefer yemem öyle kolay kolay. Dedim garantisi var bunun, nasıl işse bir sabah aniden sen kapan...Kız aldı (aynı kız), içeri gidildi gelindi. Sıvı kaçmış içine dedi. 40 milyon da masraf. Yemezler, çakalım ya. "Elektronik Mühendisliği'nde okuyorum" dedim her ne kadar Fizik 1'den üç senedir geçememişsem de. Bi bakayım şuna, telefonu gösterdiler, bak görüyormusun regülatör devrede korozyon falan diyor. Regülatörün ne olduğunu bilsem işim ne oralarda? 40 kağıt çok geldi. Gittim öbür kuzenin uzun dikdörtgen Siemens'ini istedim. Iskartaya çıkarmıştı.

Renkli ekran sözde. Renkli dediğimiz de, bizimkisi yeşilimsi ekran üzerine siyah harf ise, bunun yeşilimsi ekran üzerine alacalı bulacalı renkler. Bir de solda bir tuş var, basınca 6 saniye ses kaydı yapıyor. Zaten kuzen de biraz kullanmış, çekmiyor. Uzun ince bir şey. 98 yılına göre iyiydi de, 2000 olmuş sene. Elvis modelinde gezer gibi hissediyorsun o janjanlı ekranıyla. Çekmiyor diyorduk ama 17 Ağustos depreminde Beşiktaş İskelesi'nde insanlara ulaşmaya çalışırken tek başarılı aramayı da bu arkadaş gerçekleştirmişti.

Kendi bütçemle bir telefon alacağım ya, yine ucuza kaçtık mecbur. Marka, kaliteyi bir kenara bıraktık. Fiyat ve özellik katsayısına bakıyoruz. Hop Siemens C35. Ufacık, T9 var. Bir iki çeşit grafik tabanlı öge var. Mesaja kalp malp ekleyebiliyorsun. Herkes birbirine 5110'ları aracılığıyla harflerle üretilmiş kollarını açan ayıcıklar falan gönderiyor SMS yolu ile. Bizim neyimiz eksik?



10 numara telefon idi. Ta ki aldığımın sekizinci gününün sabahında ekranında Japoncamsı karakterler görünüp, kilitlenip bir daha açılmayana kadar. Aldığım yere gittim. "Abi Siemens 15 günde bir geliyor buraya, bence sen götür Kozyatağı'nda Siemens'e. Daha çabuk hallolur" dedi. Kozyatağı'na atladım gittim. Telefoncu abi diyor ama Fizik 1'den hala geçememişiz. Sene 2000 falan. Kozyatağı Siemens'in önünde 75 milyon Siemens mağduru can çekişiyor. Q matic'ten numara alıyorsun, sayaç 17'de sana 430 veriyor. Oturdum bekliyorum. Bir çocuk inleyerek "Abi sakın bırakma makineyi, vermezler geri. Ben iki aydır her gün geliyorum" dedi. 315'ti numarası, imrendim.

O gün sıra geldi bir biçimde. Kıza verdim cihazı. "Siz bunu bırakın biz sizi arayalım"dedi.

"Nasıl arayacaksınız, başka telefonum yok. Benim dünyaynan bağım kopacak"

"Yedek telefon verelim size?"

"Oluur."

Bir makine verdi. Benim ilk 5 telefonumun toplam ağırlığından ve hacminden fazla.

"Hanfendi bu olmaz. 8 günlük telefonun dengi mi bu?"

"Ama kem küm.."

"Şu masadaki telsiz telefonla bir arama yapabilir miyim?"

Ayşen'i aradım. O zaman çıkıyoruz. Böyleyken böyle, bir laf kalabalığı yapsan be hayatım deyip; sekretere verdim hattaki Ayşen'i.

Ayşen cilalıyor. Tüketici haklarıyla ilgili çalışan avukatım. Müdürünüzü bağlayın. Müdür geldi telaşla. Ayşen devam ediyor, elimizde Siemens'le ilgili bir sürü dava zaten var; müvekkilime destek olursanız belki bu mahkemelerde heyete sunacağınız iyi hal örneği olur. Yoksa davalarda zaten yandığınız kadar yanmışsınız. Müdür saygılar sunarak kapattı. Aldı telefonumu, 10 dakika sonra geldi.

"Telefonunuzun işlemcisini bilmemnesini komple değiştirdik. Tuş takımınız da biraz eskimiş. He he, onu da yeniledik. Hediyemiz olsun. Avukat hanıma saygılarımızı iletin lütfen."

Oh. Atladım Kozyatağı'ndan otobüse. Eve gidip Fizik 1 çalışayım. Vize var.

Bir kaç ay sonra, Ali Sami Yen'de İstanbulspor maçı. Ayşen o zaman İzmir'e taşınmış okulu bitirip. İşyerinden eğitim ayarlamış, İstanbul'da. İki arkadaş daha var. Maça gittik. Benim kombine var da, diğerleri için bilet sırasına girdim. Tam sıra bana geldi oh derken, hop bir temas hissettim. Elimi cebime attım telefon olmuş poyraz. Arkamdaki kıpır kıpır elemanı tuttum yakasından. "Ver lan pezevenk." "Abi ne diyorsun." Üstünü bir yokladım, yok telefon melefon. Nerden bileyim. Kuyruğa 3-5 kişi girip, elden ele yaparlarmış tırnaklanan telefonu. Gitti gider.

Hayatım kaymış telefona para vermekten, gittim ikinci elciye. Panasonic GD 52 diye bir şey var. Küçücük, her numarası var. Fiyat da kelepir. Tiko verdim parayı çıktım. Fizik'ten de geçmişim mis. Okul bitene kadar götürdü beni Panasonic. Güreş ata sporudur.




Okul bitti. İzmir'e gittik, bir biçimde hop 482. Ulaştırma Hafif Oto Taburu Ilıca Erzurum. Götürmedim telefonu. Nişanlıyız, aşığım, ayrıyım. Ankesörlünün önüne kurdum tezgahı. Günde yarım saat konuşuyoruz. Sayılı gün nah çabuk geçer. 215 günü de yedik ama. Döndüm. Bizim Panasonic işlemeyen denir hesabı pas tutmuş.

İşe girmişim elim para tutuyor. Gittik Bornova'ya. Sevgilinin çok memnun olduğu Nokia 3510'la girdik bu aleme. İlk kez pazar payı binde birin üstünde olan bir telefonum oluyor boru mu? Şarj aleti derdim bitiyor :)



İki seneden fazla götürdü bizi. Wap'a falan giriyordum, Kızılırmak melodileri indirmişim. İyi taşıdı beni. Hıyarız ya,bir sinir anında aldım çaktım yere. Yüz kere Fizik 1 almışsın, momentum diye bir şey var tabi. Kapak bir yere, pil bir yere. Çalışıyor ama çekmiyor.

Girdik bu sefer Sony Ericsson alemine. Şirketin de inceden sübvansiyonu var ;) Fotoğraf makinesi, bluetooth, kızıl ötesi ne demek öğreniriz peyderpey. T630, hey yavrum hey. Fotoğraf makinesi yalandı, mp3 çalmaz, artırılabilir hafızası yok bilmem ne. Donanım foruma döndürdüm burayı ama iyi telefondu. Nisan ve Güney'in doğduğu gün onunla aldık tebrik mesajlarını.

Konuyu Nisan ve Güney'e bağlamışken burada keseyim. Sonraki post'ta biraz daha SonyEricsson anlatıp bitireceğim. 98'den 2005'e geldik zaten. Bir şey kalmadı.

Saf gibi telefon modellerimi sıralayıp gitmiş olmayayım diye artistik mesajla sonlandırayım tüketim toplumu falan. Anladın mesajı, verdim farzet.







3 Eylül 2008 Çarşamba

Çizgi Film; Bir Hipnoz Şekli

Nisan ve Güney' den öğrendiğim hayatın kuralları serisinde ilk madde "büyük konuşmayacaksın" yani yaşamada, görmeden ahkam kesmeyeceksin.

Nisan ve Güney şu yaşına gelene kadar çocuk ve televizyon benim için aynı cümlede geçmemesi gereken iki kelimeydi. O kadar ki bizim evde televizyon onlar yatınca açılırdı. Sonra baby tv' nin methi bizi gaza getirdi eve digitürk ve baby tv girdi. Hiç sallamadılar başlarda. Gurur duyduk. Eee çocukları dışa dönük, sosyal, hareketli yetiştirdik diyorduk. Oyun oynamayı tercih ediyorlar diye seviniyorduk. Benim beynim hemen momentoya geçiyor ve 10 yıl sonrasına gidiyordu; hayalimde basket topu ile üstü başı çamur içinde bir Güney ve lastik atlamak için tuhafiye tuhafiye esnek don lastiği arayan bir Nisan geliyordu. Yine hayalimde evde tozlanmış bir bilgisayar görüp, seviniyordum.

Sonra baby tv' de otobüsün tekeri diye bir şarkı çıktı. Bizimkileri kilitledi. Daha 2 yaşına gelmemişlerdi, konuşamıyorlardı ama şarkı başlayınca elleri ile otobüsün tekerinin dönme hareketini, kapının açılıp kapanmasını taklit ediyorlardı. Biz gene gurur duyduk. Ana baba olmanın temel şartı bu çünkü; her ilerlemeye izafiyet teorisi gibi yaklaşmak. Eee biz çünkü çocukları tv' nin başına mal gibi oturtup gitmiyoruz diyorduk. Onlarla birlikte izliyoruz, anlatıyoruz, çocuklar da öğreniyor işte ne güzel.

Sonra bir şekil bir çizgi film aldık eve. İşte o gün hayat değişti. "kanguru Jack" evimize hoş geldi, sefalar getidi, huzur getirdi. 2,5 senelik yaşamlarında yerlerinden kalkmadan ve çıt çıkarmadan 45 dakika geçirdi bizim aktivistler. İlk kez çocuklar uyumadan biz karı koca olarak oturup fısıltı ile de olsa sohbet ettik. Mutfakta birlikte yemek yaptık. Sonra evimize pamuk prenses ve yedi cüceler, ali baba, titanik girdi. Biz bu rahatlama anının tadını o denli abarttık ki, puzzle yapmaya filan başladık o serbest zamanlarda.

Yıllarca eleştirdiğim annelerden olmuştum. Çocukları kendi kafamı dinlemek ya da yemek yapabilmek için, rahat süpürge tutabilmek için televizyona kilitleyen sıradan bir ev annesine dönmüştüm. Ambargo getirdim. Hayır! Film izlemiyoruz, hadi kovalambaç oynayalım. Hayır titanik izleyemezsiz gelin beraber puding yapalım. Ama bu tekliflerime çocuklar; sabahın altısında uyandırılıp "hadi flüt çalalım" teklifi ile karşılaşmış ebeveyn gibi tepki veriyorlardı. Neticede en azından 2 gündür günlük film sayısını teke indirdim diye sevindim. Zaten her gün tv' de Dora' yı izliyoruz kesin, bir de film yeterli.

Bu gün film izleme saati geldiğinde tartışma başladı. Hangisi izlenecek? Güney "ama ben pamuğu kabul etmiyorum, prensesli film izlemek istemiyorum" diyor. Nisan ise "ben vahşi köpekli filmi izlemem, onda hiç prenses yok ama" diyor.

Kanguru Jack' i önerdim. OOO bir coşku. Güney "Ben severim ki Kanguru Jack' i. Bası insannar kanguru ile sürefayı karıştırıyor. Oysa sürefa uzun boyunlu olur, sarı olur, üstünde benekleri olur. kanguru kahnenengi olur. hem hiç sürefanın karnında cebi olar mı?" dedi. Nisan ise, "Kanguru Jack' te prenses yok ama çok güzel bir kız var, şarkılar da var. O kız çok güzel şarkı söylüyor, ben onun o güsel dillerini yerim" dedi.

Ben gene anneliğin şanındandır, hemen gurur duydum tabi. "E film izliyorlar ama bak neler neler öğreniyorlar, bu nasıl güzel bir yorum gücüdür. Aferin valla" dedim.

Ama şimdi de oturdum kendimi sorguluyorum; "o güzel dillerini yerim" nedir yahu? Bu denli yöresel bir ağızla mı seviyorum ben çocukları? amerikan yapımı çizgi filmden öğrenmedi ya bu çocuk bunları...