16 Aralık 2008 Salı

Asi Gençlik ve Titreşim

Değer mi?

Geçenlerde arkadaşlarla oturuyoruz. Halimize acıma durumundaydı yine herkes. Vah bize vahlar bize. İnsan ister istemez kendini savunma durumunda buluveriyor. Ben de anlatıyorum en davalı avukatı halimle; "öyle demeyin ama, vizyon filmlerinin yüzde altmışına gidiyoruz. Ha sırayla gidiyoruz ama gidiyoruz işte. Taksim' e çıkıp iki tek atalı daha 10 gün olmadı vesaire vesaire" Dedi ki arkadaş; "Ama gülüm biz anlattıklarını hergün yapıyoruz. Yani rutinimiz o be canım" Hımm, dedim. Bunu düşüneyim bir. Arkadaşın arkadaşı da dedi ki; "bunca sıkıntıya nesi değiyor çocuk yapmanın?" Bunu soran da arkadaş olamaz zaten en fazla arkadaşın arkadaşı olur. O an farkettim ki, insanın çocuğuna duyduğu sevginin pek tasviri mümkün değil. İkamesi yok bir kere. İnsan hayatta başka neyi severken dişlerini sıkar ki, ısırmamak için? En efsane aşklara şehvet denen tuhaf his karışır, bencillik bulaşır. Ama bu başka birşey, çok saf, çok tutkulu, art niyetsiz, çıkarsız, karşılıksız, taparcasına.


Kuzusunu kucağına alan ve seven bir anne ya da baba figürüne dikkat ediniz, gıdıdan öperken yavrusunu, elleri tombişlikleri sıkmakla acıtmamak arası en hassas çizgide profesyonelce kiltlenmiştir. Burun delikleri o güzelim kokuyu içine çekmek için kocaman açılmıştır. Ve muhakkak kendini tutmanın sıkıntısı vardır yüzünde bir yerde. Tutmasa insan kendini, ısırır minik dirsek çukurunu, gıdıdaki boğum arası çizgiyi öperken kızartır, avuç içi kadar popoyu parmak izi yapar. O his tarifi imkansız bir duygudur.


Ergenliklerine kadar, bizi sorgulama yaşına gelene kadar yani, bir kraliçe gibi hissedeceğim kendimi. Audrey Hepburn' um sanki, Sharon Stone' um bir nevi, Adile Naşit' im, türk kahvesiyim, nutellayım, Beyoğlu' yum, ışıklı bir köprü manzarasıyım, Rus sirkiyim, define adasıyım. Yani onlar için ben vazgeçilmez olanım. Bütün hatalarıma, bağırmalarıma, sıkılmalarıma, telaşıma, mutfak mesaime, ev toparlama gerginliğime, elektrik süpürgesi sesine rağmen, onlar için ben, vazgeçilmez olanım, güven kelimesinin anlamıyım, özenilenim, beğenilenim, hedefim, amacım. Kim hayatta tek bir hareketle alabilmiş ki bu sıfatların birini bile?


Ne kadar kızsam da "hayıy, anne getircek suyumu" cümlesinde içim gururla , "ne güzel kokmuşsun aşkım" dediklerinde gözlerim yaşla doluyor. Güney uyurken saçlarımı okşadığında, tüm şampuan reklamlarında sadece ben varım. Nisan t-shirtümü giymek istediğinde Tiffany' de kahvaltıyı çekiyorum ve tüm gardolaplardayım o sahnedeki halimle. "Anne okusun masalı" dediklerinde Adile Naşit' im ben, adını saymayı unuttuğum kuzucuklar ağlıyor sanki yatmadan önce. Ve koşup koşup kocaman sarılıp dudağımdan öptüklerinde, hem de her seferinde, sanki hiç yokmuşum önceden, hiç varolmamışım da tam o an hayatın anlamının tam ortasında açmışım gözümü sanıyorum.


Ey arkadaşın arkadaşı, değiyor her anına evet. Ki daha yaşattıkları 3 senelik bir heyecan ve tutku. Daha bunun harçlıkları ile ilk kez kendilerinin alacağı müzik cd' sinin ne olacağının merakı, havaya atılacak kepleri, omuzumda dindirilecek aşk acıları, pişirecekleri ilk makarnanın tadı, bardağımı uzattığımda buz atacak olmaları var.

Şimdiden değdi, İlk kucağıma aldığımdaki kokuya bile değmişti. Bunlar hep ikramiyesi, bonusu...

Hayat boyu habire büyük ikramiye çıkacak desem, oynamaz mısın bu kumarı?


14 Aralık 2008 Pazar

Bir Dengesizlik İşi

İkizlerimiz olacağını öğrendikten kısa bir süre sonraydı rutin muayenede doktorumuzun ultrason görüntülerine bakıp, kısa bir sessizliğin ardından "Biraz daha bekleyip görelim." deyişi. Anne karnında Nisan ve Güney arasındaki ağırlık dengesi Güney lehine bozulmuştu. Orada bahsetti sonradan saygımızın katlanarak artacağı Kadın-Doğum Uzmanımız Levent Ağabey ilk kez "Bazı ikiz gebeliklerde bir bebek diğerinden daha rahat beslenir, hatta kardeşinin besininden bile çalar." Tabii fazla pimpirikli anne baba adayları ve internet işbirliği ile bir kaç gün içinde Şikago üniversitesi mi neresi tam hatırlamıyorum Tıp fakültesinin ikiz gebeliklerdeki semptomlar üzerine doçentlik tezleri okurken buldum kendimi.

Bir kaç hafta sonra rahatlattı Levent Ağabey bizi, "İkisinin de sağlığını etkileyecek bir durum yok ama oğlunuz fazla obur. Kızınız zor besleniyor. Anne karnındaki bu durum karakterlerini de etkiler, oğlan açgözlü olacak. Kız ise zorluklara daha dirençli, daha fedakar bir karakterde olur. Bakın görün." Tek bilinmeyenli denklemlere inandığımız günlerdi, bir biçimde aklımıza kazındı bu cümle.

Aylar geçti, Nisan ve Güney dünyalı oldu. Hep aklımızda bu sözler ya, gerçekten de hayat doğruluyor gibi bu durumu. Sırayla emzirirken Ayşen, Nisan ve Güney'i; Güney sabırsızlanıyor. Bekleyemiyor sırasını, Nisan'sa hakkını kardeşine veriyor, sessizce bekliyor vardiyasını, boncuk boncuk bakıyor aç karnına. Vay be dedik, öyleymiş demek.

Nereden bilelim bu tahteravallinin hiç dengede kalmayacağını, bir aşağı bir yukarı çalışacağını hep. Karakterleri, birbirlerine göre tavırları, ilişkileri hep değişken oldu. Üç senenin sonunda şunu diyebilirim. Her ateşli hastalıktan sonra çocuğun huyu bir tur değişiyor. Sinirli çocuk sakinliyor iyileşince, ya da tam tersi. Eskiler biliyormuş.

İlk haftalar Nisan hep vericiydi, Güney ise doyumsuz. Daha küçük doğan, daha aciz olan Nisan'a hep pozitif ayrımcılık yaptık, Güney hakkını kendisi fazlasıyla alıyordu nasıl olsa. Yanyana yatırdığımızda Nisan Güney'e uzanıyordu sevgiyle, Güney kendi alemindeyken. Güney akça bir çocuktu, gören bakmadan sevmeden geçemiyordu. Kendisini sevdirmeyi biliyordu. Nisan ise daha kırılgan ve narindi, merhamet duyuyordu insan ister istemez.

Doktorların "ne hastalığı bu bulamadım" demeye utanarak isim koyduğu "Beşinci Hastalık" ve "Altıncı Hastalık" deneyimlerinden sonra, altı ay civarı, ilk yazlarındayken Nisan daha dişli bir karaktere büründü. Güney tipik bir erkek çocuk saflığındayken Nisan işini bilir oldu.

Ve o sıralar farkettik, Nisan ve Güney bir tahteravallide idi. Karakterlerini tek başına belirleme lüksleri yoktu. Birbirlerine göre belirleniyordu pozisyonları, kaynakları kısıtlıydı. Paylaşmak zorunda oldukları anneleri, babaları, ilgileri, oyuncakları vardı. İkisi birden üstte olamıyordu tahteravallide. Birisi girişkenken diğeri pasif, birisi yırtıcıyken diğeri dingin olmalıydı. Biri anneci, öbürü babacı oluyordu dönem dönem. Denklemin çözümü de buydu işte.

Birkaç tur döndü. Bir Nisan Güney'siz yapamaz oldu, Güney tınmazken. Ya da Nisan talepkarlaştı, şımardı, agresifleşti; Güney anlayışın doruklarına çıktı.

Şimdi Nisan'ın hükümdarlığı sürülüyor evde. Herkesi yönetiyor. Tahtı Olimpos'un tepesinde haspamın. Kimseyi tanımıyor. Güney ise Nisan'dan korkuyor ama delicesine seviyor. Geçen gün Nisan uyurken annesine gitmiş "Nisan'ı sevelim mi, çok güzel...Ama uyandırmayalım yoksa bize kızar." demiş, ki uyansaydı kızardı. Nisan yoksa bile oyuncağını ellemez, "Nisan oynamama izin vermez" der, bakkala gitse Nisansız önce Nisan'ın sevdiği şekeri aldırır. Platonik bir aşık gibi, bazen Nisan'a çok kızar ama deyip diyebileceği "Ben Nisan'ı sevmiyorum" dur. Öyle büyük ki Nisan'a sevgisi, ondan mahrum bırakmanın en büyük ceza olduğunun farkında.

Bir önceki evre ise Nisan'ın durup durup "Güney dansedelim mi?", "Aşkım sarılalım mı?" dediği günlerdi. Güney'in cool bir erkek umursamazlığında oyun hamuru yoğurmaya devam etmesiyle yanıtlanırdı bu girişimler. Bir mevsim geçti böyle oldu. Resmen kışa girmedik henüz, 21 Aralık'a bir hafta var. Yeni sezonu heyecanla bekliyoruz.

1 Aralık 2008 Pazartesi

Bizde bize biz derler

Dün-bugün hayatımıza girmiş çıkmış ya da çıkmamış olan, ilginç telaffuzlar, kişisel tarzlar, lehçeler, diyelekler...

Çeçiç: Çiçek (1 yaş)
Nenne: Zeytin (1,5 yaş)
Bi Suyu: Meyve Suyu (Bilerek söylüyorlarmış, meyve demek zor geliyormuş)
Oburtmak: Oturmak (Memnunlar bu söylemden, değiştirme arzuları yok)
Çüknü: Çünkü
Senin Karın: Anne (Passive voice)
Onnamumumu: Oyun hamuru (Post modern söylem)
Ayakkabı: Abakka (Her çocuk böyle söylüyor nasıl oluyorsa, Türkiye'nin teki)
Fenerbahçe: Fenerbahçe (Nasıl oluyorsa kusursuz söylüyorlar :)
Teteskop: Steteskop (Bir yaklaşık sonuç)