31 Ekim 2012 Çarşamba

Açlık grevleri hep bir gerçekti. Bu dünyada, özellikle de bu ülkede. 1982'de bu ülkenin gördüğü en büyük vahşetin ortasında, Diyarbakır Cezaevi'nde ölüm orucuna girip yaşamını yitiren Kemal Pir, Hayri Durmuş, Akif Yılmaz ve Ali Çiçek her ne kadar 20'lerinde olsalar da  öldüklerinde; babamın jenerasyonuydu neredeyse. Bundan 30 sene önce, darbenin simgeleştiği yer olan Diyarbakır Cezaevi'nde ellerinde kalan yegane silahlarını kullandılar onurlarını savunmak için. Bedenlerini. Bugün darbe karşıtlığı sirkini oynayan Tarafçılar'ın, Genç Siviller'in ve benzerlerinin kolpa satırları değildi darbeye karşı ilk iradeyi koyan.
12 Eylül'ün bir başka vahşeti Metris'te yaşanırken, ben çocuktum. Abdullah Meral, Mehmet Fatih Öktülmüş, Haydar Başbağ ve Hasan Telci'nin ölüm orucuna başlama sebebi ne kadar da yalındı. "Cezaevinde tek tip elbise giymeyeceğiz". Öldüler. 90'ların başında Grup Yorum'dan bir şarkıydı benim için "Apo-Fatih-Hasan-Haydar". Ne kadar da sahiciydi, ne kadar acı. Ölmek ne kadar kolaydı ve ne kadar aylar sürüyordu.
Cezaevleri hakkında hatırı sayılır miktarda okumuşluğum, tartışmışlığım var. Özellikle siyasi tutuklular/hükümlüler özelinde Türkiye kadar sistematik baskı uygulayan çok az ülke vardır sanırım. Hani darbe koşulları ortadan kalkmıştı ya 90'larda. Tam da o günlerde, ilk gençliğimde tüm Türkiye'de abim/ablam yaşında yüzlerce siyasi mahkum yine çok temel insani taleplerle "Mayıs 1996'da yürürlüğe giren 3 cezaevi genelgesinin iptali" için günlerce gönüllü bir açlığa başladılar. 16 yaşındaydım. Ne kadar elimizdeydi birilerinin ölmemesi. En azından bağırarak yavaşlatabiliyorduk ölümü. Copla ilk tanışmamdır bu süreç. 11 abi ve 1 abla canını verdi değerleri uğruna. Dün yaşayan abi ve ablalar bugün yaşamıyordu. İntihar etmediler. Sadece durdular, sessiz, dik ve aç.
Sonra 2000 ölüm oruçları. Ekipler halinde yıllar süren ölüm orucunda, kimisini şahsen tanıdığım, kimiyle aynı masada oturduğum, kimi benden küçük 122 kişi F tipi cezaevine girmemek için sonucunu göze alarak öldüler. Onlarcası Türkiye'de bizzat devlet görevlileri tarafından yapılan en yaygın operasyonda 19 Aralık 2000 günü öldürüldü, dört duvar arası savunmasızken. Dünyada ilk kez, cezaevinde olmayan onlarca kişi ülkenin dört bir yanında ölüm orucuna girdiler. Canan ve Zehra Kulaksız'ı, Şenay Hanoğlu'nu, Gülsüman Dönmez'i, Sevgi Erdoğan'ı unutmak ne mümkün. Birisinin sonucunu göze alarak, bir iradeyle günden güne öldüğünü gördükten sonra onu unutmak; buna şahit olduktan sonra hayatı aynen yaşamak mümkün mü?
Şimdi 12 Eylül 2012'den beri, hani şu DSİP'li, Tarafçı, Genç Sivilci tuhaf tiplerin hesabının sorulduğunu sandığı 12 Eylül darbesinin 30. yıldönümünden beri yüzlerce kişi, bu ülkede seninle ve benimle aynı şehirde açlık grevinde. Aralarında 90'larda doğmuş onlarca çocuk, genç var. Hani neredeyse çocuklarımın nesli. Kaçıncı jenerasyon bu artık tek silahı canını ortaya koymak olan. Daha acı bir pazarlık mı olur?
Sorun bu ülkenin en güngörmüş aydınlarına, ölüm orucunda aracılık yapmış Yaşar Kemal'e, Orhan Pamuk'a, Livaneli'ye, Çalışlar'a, Can Dündar'a. Gün be gün ölme iradesinde olan çocukları bir kere gördükten sonra 16 yıldır yaşamak nasıl bir acı olmuş onlar için.
Sakın bana baskıyla yapıyorlar açlık grevini demeyin. 1982'de, 1984'te mahkumların birbirine psikolojik-fiziki baskı uygulayabilecek hali mi vardı Diyarbakır'da, Metris'te? 2000'de onlarca mahkum birbirinden habersiz tek kişilik hücrelerde devlet görevlilerinin o kadar "Bırak ölüm orucunu" baskısına, zorla müdahalesine rağmen neyin baskısıyla "ölümüne" direndiler. Sizin hiç değeriniz olmamış olabilir, ama bazı insani değerler vardır ki onları savunmak için ölüm nedir ki? "Hangi çılgın bana zincir vuracakmış şaşarım" dizelerini zorla ezberleyen nesiller ondan anlam çıkarmışlardır ya, kimbilir?
Anadillerinde savunma yapmak istiyor yüzlerce kişi. Yüksek yakalı hakimlerin tutanağa "Bilinmeyen bir dil" diye geçirdiği sözler annelerinden duydukları ninni, kardeşlerinin ağlaması, gece gördüğü rüya. Ne demek bilinmeyen bir dil. Kimin ne haddine?

Pek yakında vizyona giriyor Simurg filmi.  Ben bir insanın değerleri uğruna onlarca gün bilerek aç kalıp, ölmeyi göze aldığına şahit olduğum günden beri asla huzurlu uyuyamadım. Bu dünyanın bu insana çektirdiği acıdan mesul tuttum kendimi. Yalvarırım bir şeyler yapın, çocuklarımız rahat uyusun. Belki her şey gerçekten bir tutam mavi uğrunadır.


Do do sol sol la la sol


Ne okullu olmak ama. Benim zamanımda "İlkokul 1 ile 4 zordur" diye bir efsane dolanırdı ortalıkta.Doğruluğu da vardı, ilki okula başlama diğeri ise fen bilgisi gibi branşlaşmanın başladığı sınıflardı. Şimdi 4+4+4 ile zor olan sınıf 4'ten 3'e kayar mı bilmiyorum ama 1 zor olarak kalacak.
Nisan ve Güney 1. sınıftalar. Geçen sene gittikleri Evrim İlköğretim Okulu'nu ve arkadaşlarını o kadar çok sevdiler ki bu sene hiç okul arayışı yaşamadık. Yıllarını "Paralı Eğitime Hayır" diyerek geçirmiş ve paralı eğitimin hala karşısında olan bir anne-baba için çok kolay bir karar değildi bu. Sağolsun mevcut AKP iktidarı eğitime soktuğu çomaklarla bizim zor kararımızı kolaylaştırdı. Çocukları gönderme ihtimalimiz olan tam gün devlet okulları (ikimiz de çalıştığımız için başka bir alternatifimiz yoktu) bir günde kapatıldılar.
http://www.aksam.com.tr/etutlu-okullar-resmen-bitti,-anneler-uzgun--126144h.html
Özel okulların duruşu kadar hedeflediği insan profilinden de rahatsızdık. Başarıya, trendlere odaklı bir eğitim tüylerimizi diken diken ediyordu. Eğitim hayatın doğal hali neyse onu yansıtsın isterdik. Ne güzel ki, Evrim Koleji'ndeki kültür bize bu endişeyi de yaşatmadı. Hedefi mutlu çocuklar yetiştirmek olan, dışarıdaki toz-dumandan bir miktar azade ama hayatın özgünlüğünü de yapay biçimde dışlamayan bir okulumuz oldu.
Blog yazılarımın çoğunda Nisan ile Güney farkına değindim sanırım. Okul da bu farklılıklarını aynen yansıttıkları bir platform oldu.
Güney mevcut eğitim sistemine çok uygun, sorulanları yanıtlamaktan ve başarmaktan mutlu bir çocuk. Bize bile zor gelen alfabeyi harf-harf öğrenip el yazısıyla yazma Güney'i hiç zorlamadı. Aksine verilen görevi yapmaktan bir huzur duyuyor.
Nisan ise sorguluyor. Yılların klişesi "Bu öğretilenler benim gerçek hayatta ne işime yarayacak?" tavrını birinci sınıfın birinci gününden itibaren ortaya koyuyor. İkisi de farklı sonuçlara varacak farklı yollar uyguluyorlar. Bakalım nereye varacak bu mevzu?