12 Ağustos 2013 Pazartesi
Bir Hikayeyi Yaşamak
Erdem Şenocak hayattaki en eski dostlarımdan. Yirmiküsür sene önce aynı sırayı paylaştığım, birlikte çok güldüğüm, dönem dönem göremesem de hep haber aldığım cinsten. Hani bu kadar yılın üzerine diyebilirim ki, ne yaparsa iyi yapanlardan. Başta bir kere resmi ağız kullanıp isim-soyad yazdım ama kendisi benim için lakabı, gülen yüzü, üslubuyla Şen'dir. Bunca yıldır Şen dedim, bundan sonra da öyle diyeceğim.
Şen, uzun süredir Seyyar Sahne'de tiyatro yapıyor. Özellikle tek başına sergilediği Oğuz Atay'ın Tehlikeli Oyunlar'ı yaygın bir çevre için bir fenomene dönüştü. Şen, sesi-bedeni-hareketleri-salıncaklarıyla iki saatten uzun bir performansla binlerce kişiyi büyülüyor uzun süredir.
Seyyar Sahne, iki yıldır çalışmalarını yeni bir boyuta taşıdı ve Şirince'de kocaman bir arazide Tiyatro Medresesi'ni kurdu. Tiyatro, sahne sanatları, edebiyat, müzik alanında üretimi, söyleyecek sözü olan bir çok insanın artık yaz planında bir yerlerde Şirince'den geçmek var. Komşusu olduğu Ali Nesin'in Matematik Köyü ve Tiyatro Medresesi'nde soluduğum ortak hava şu. Dünyayı yaşanabilecek bir cennete çeviremiyorsan (dönem dönem denemekle birlikte tam başardığımız söylenemez) o zaman dönüştürebileceğin büyüklükte bir alanda bir cennet yarat.
İki yıldır yolumuzu bir şekilde düşürüyoruz Tiyatro Medresesi'ne. Bu yıl da Nazlı Çevik'in düzenlediği Hikaye Anlatıcılığı Atölyesi'ne katıldık. Zaten Şirince gibi, kimilerine göre kıyametin dahi dokunmayacağı bir köşesinde dünyanın, zeytin ağaçları ve müthiş medrese mimarisiyle bir aradayken etkileniyor, içinde biriktirdiğin ne varsa sanata dönüştürmek için çıldırıyorsun. Bu atölyeye de binbir beklenti, biniki heyecan, bir kaç yakın dost ve Nisan&Güney ile koşa koşa gittik Temmuz başında.
Birinci sınıftan mezun, okuma-yazmada ileri seviye, hareketlilikte uzman Nisan ve Güney'in, neredeyse sonsuzluğun ortasında, katılımcılarının yaş ortalaması kendilerinin üç katı yaşta bir insan grubuyla dört günlük performansından çok da emin olamadık gitmeden önce. Çocuk bu, sıkılmasın? Ama Nazlı'nın kurguladığı atölye o kadar çekiciydi ki, Nisan ve Güney de 16 kişilik ekibin bir parçası olup neredeyse tüm çalışmalara katıldılar bizimle. O kadar heyecan vericiydi ki Ege sıcağının göbeğinde gölge ve çimen kokan, sanki yüzyıllar öncesinden gelen bir tarihi andıran bir ortamda 7 yaşındaki çocuklarımla gözü kapalı resimler boyamak, dinleyiciyi kalbinden yakalayacak kelimeler arayıp, kimi zaman da kan-ter içinde zıplamak. Tadı damağımızda kaldı.
Üreten insan güzelleşiyor. O kadar çok kişiden, o kadar güzel hikayeler duydum dört gün içinde; o kadar az uyumak istedim ki.(Peki, çadırlarımız biraz güneş alıyordu zaten erken kalkıyorduk.)
Nisan bir köşede hayallerini anlatır, Güney öbür köşede üniversiteli arkadaşlarıyla sohbet eder. Bakarsın zeytin ağacının dibinde yavru kedileri Zeytin ve İncir'e yuva yaparlar, Güney çim alanda futbol figürleri sergiler, Nisan hep birlikte hazırlanan yemeğin sofrasını düzenliyor. Şirince karanlığında teleskopla yıldız mı izlemedik, medreseye giden yoldaki taş duvarın kertenkelelerini mi saymadık? Dört günde, dört ömürlük hikaye anlattık, dinledik, yaşadık.
Biz Ayşen'le çok dost edindik, Nisan ve Güney çok büyüdü. Çok okudu, yazdı, çizdi, öğrendi. Hikayeler anlatıla anlatıla dünyayı değiştirdi.
27 Şubat 2013 Çarşamba
Bir Kenara Yaz
Ne zormuş sıfırdan birisinin öğrenmesine şahit olmak, ne kadar da mucizevi. Vücudumuz, elimiz, dilimizle ne kadar da ince hareketler yapıyormuşuz, ne çokmuş bunun sayısı. Elin doluyken poponla kapı kapatmayı, oturmadan önce masa ve sandalye arasındaki mesafeyi doğru ayarlamayı, çorba içerken kaşığın altından damlamasın diye kaşığı hafifçe kasenin altına sıyırmayı, duş alırken sıcakla soğuk arası o nefis dengeyi sağlamak için armatürle ince ayar yapmayı bir çocuğa tarif etmek nasıl da mücadele işiymiş. İlk 6 sene, Nisan ve Güney'e fiziksel olarak öğretebildiklerimiz insanın doğaya ve yerçekimine karşı savaşının ince taktikleriydi. Duygusal boyutu, insan sevgisini, saygıyı, güveni, cesareti, nezaketi, adaleti, merhameti saymazsak. Saygıyı öğretirken Behzat Ç'deki Ercüment manyağına hak verdiğim anlar oluyor, dünyadaki saygısızlığın boyutunu gördükçe. Ne mallar var, bunların gerçekliğini nasıl anlatırsın o pürüzsüz duyguların sahibine? Ben ne kadar öğrenmişim ki, haddimi aşıp başkasına anlatayım. Bambaşka bir konu.
Fiziksel ve duygusal boyutun yanında, okulla birlikte (ki günümüz çocukları bir şekilde 3 yaşından itibaren okullu oluyor) beyinsel öğretiler girdi hayatımıza. Renkleri, hayvanları öğrendiler, resim yapmayı. Sesleri, kelimeleri, pek az İngilizce kelimeyi. Saymayı, sayılmayı. Einstein mı kim demişti artık beynimizin şu kadarda birini kullanıyoruz diye.Doğru gibi görünüyor buradan. Gerçekten olağanüstü, ne verirsen onu yerleştirecek bir alan buluyor çocuk beyni. Bir de hazırda yanıtını senin bile bilmediğin soruları var beyninde. Sonsuz bir yetenekte her çocuk. Öyle tabi, neyle neyi kıyaslayacaksın? Her çocuk başka bir renk. Bambaşka bilgiler için bambaşka alanlar var her birinin beyninde. Ve biz okul eğitimiyle hepsinin o farklı kıvrımlardaki beyinlerini aynı örtüyle kapatıyor, öğrettik diyoruz. Burası da acı kısmı.
Aşağı yukarı 6 ay oldu Nisan ve Güney okullu; ilkokullu olalı. İnanılmaz dolu bir gündemleri, harika arkadaşları, çizginin çok ötesinde bir öğretmenleri var. Gerçek dünyanın zorluklarından kaçmadan, pisliğine bulaşmadan gerçek dünyaya girdiler. Bizim çocuklarımız olmaktan çok öte sıfatları var artık. Geri dönüşüm kutusuna atmak üzere biriktirdikleri çöpleri, bitirilecek ödevleri, okuyup sevdikleri kitapları, teneffüsteki futbol maçında yedikleri golden kelli hayal kırıklıkları, bizden sakladıkları gönül ilişkileri var. En önemlisi de harfleri ve satırları var. Kendi dünyalarını anlatmaya doyamayan iki çocuk, içlerine sığamıyor yazıyor da yazıyorlar. Evin her köşesi, defterlerinin her sayfası notlarla, şiirlerle, hikayelerle dolu. Her an her kapının altından sürpriz bir hikaye gelebilir. Her gün sevdiğinden mektup alan aşıklar gibiyiz. Günde beş kere hatta. Üretmek için yanıp tutuşan, bundan zevk alan bir anne-babanın; üretmekten bıkmayan çocukları diyebiliriz başka hiç bir şey diyemiyorsak. Bu gece huzurla uyumak için bir neden daha çıktı bana. Pek ala.
31 Ekim 2012 Çarşamba
Aç
Açlık grevleri hep bir gerçekti. Bu dünyada, özellikle de bu ülkede. 1982'de bu ülkenin gördüğü en büyük vahşetin ortasında, Diyarbakır Cezaevi'nde ölüm orucuna girip yaşamını yitiren Kemal Pir, Hayri Durmuş, Akif Yılmaz ve Ali Çiçek her ne kadar 20'lerinde olsalar da öldüklerinde; babamın jenerasyonuydu neredeyse. Bundan 30 sene önce, darbenin simgeleştiği yer olan Diyarbakır Cezaevi'nde ellerinde kalan yegane silahlarını kullandılar onurlarını savunmak için. Bedenlerini. Bugün darbe karşıtlığı sirkini oynayan Tarafçılar'ın, Genç Siviller'in ve benzerlerinin kolpa satırları değildi darbeye karşı ilk iradeyi koyan.
12 Eylül'ün bir başka vahşeti Metris'te yaşanırken, ben çocuktum. Abdullah Meral, Mehmet Fatih Öktülmüş, Haydar Başbağ ve Hasan Telci'nin ölüm orucuna başlama sebebi ne kadar da yalındı. "Cezaevinde tek tip elbise giymeyeceğiz". Öldüler. 90'ların başında Grup Yorum'dan bir şarkıydı benim için "Apo-Fatih-Hasan-Haydar". Ne kadar da sahiciydi, ne kadar acı. Ölmek ne kadar kolaydı ve ne kadar aylar sürüyordu.
Cezaevleri hakkında hatırı sayılır miktarda okumuşluğum, tartışmışlığım var. Özellikle siyasi tutuklular/hükümlüler özelinde Türkiye kadar sistematik baskı uygulayan çok az ülke vardır sanırım. Hani darbe koşulları ortadan kalkmıştı ya 90'larda. Tam da o günlerde, ilk gençliğimde tüm Türkiye'de abim/ablam yaşında yüzlerce siyasi mahkum yine çok temel insani taleplerle "Mayıs 1996'da yürürlüğe giren 3 cezaevi genelgesinin iptali" için günlerce gönüllü bir açlığa başladılar. 16 yaşındaydım. Ne kadar elimizdeydi birilerinin ölmemesi. En azından bağırarak yavaşlatabiliyorduk ölümü. Copla ilk tanışmamdır bu süreç. 11 abi ve 1 abla canını verdi değerleri uğruna. Dün yaşayan abi ve ablalar bugün yaşamıyordu. İntihar etmediler. Sadece durdular, sessiz, dik ve aç.
Sonra 2000 ölüm oruçları. Ekipler halinde yıllar süren ölüm orucunda, kimisini şahsen tanıdığım, kimiyle aynı masada oturduğum, kimi benden küçük 122 kişi F tipi cezaevine girmemek için sonucunu göze alarak öldüler. Onlarcası Türkiye'de bizzat devlet görevlileri tarafından yapılan en yaygın operasyonda 19 Aralık 2000 günü öldürüldü, dört duvar arası savunmasızken. Dünyada ilk kez, cezaevinde olmayan onlarca kişi ülkenin dört bir yanında ölüm orucuna girdiler. Canan ve Zehra Kulaksız'ı, Şenay Hanoğlu'nu, Gülsüman Dönmez'i, Sevgi Erdoğan'ı unutmak ne mümkün. Birisinin sonucunu göze alarak, bir iradeyle günden güne öldüğünü gördükten sonra onu unutmak; buna şahit olduktan sonra hayatı aynen yaşamak mümkün mü?
Şimdi 12 Eylül 2012'den beri, hani şu DSİP'li, Tarafçı, Genç Sivilci tuhaf tiplerin hesabının sorulduğunu sandığı 12 Eylül darbesinin 30. yıldönümünden beri yüzlerce kişi, bu ülkede seninle ve benimle aynı şehirde açlık grevinde. Aralarında 90'larda doğmuş onlarca çocuk, genç var. Hani neredeyse çocuklarımın nesli. Kaçıncı jenerasyon bu artık tek silahı canını ortaya koymak olan. Daha acı bir pazarlık mı olur?
Sorun bu ülkenin en güngörmüş aydınlarına, ölüm orucunda aracılık yapmış Yaşar Kemal'e, Orhan Pamuk'a, Livaneli'ye, Çalışlar'a, Can Dündar'a. Gün be gün ölme iradesinde olan çocukları bir kere gördükten sonra 16 yıldır yaşamak nasıl bir acı olmuş onlar için.
Sakın bana baskıyla yapıyorlar açlık grevini demeyin. 1982'de, 1984'te mahkumların birbirine psikolojik-fiziki baskı uygulayabilecek hali mi vardı Diyarbakır'da, Metris'te? 2000'de onlarca mahkum birbirinden habersiz tek kişilik hücrelerde devlet görevlilerinin o kadar "Bırak ölüm orucunu" baskısına, zorla müdahalesine rağmen neyin baskısıyla "ölümüne" direndiler. Sizin hiç değeriniz olmamış olabilir, ama bazı insani değerler vardır ki onları savunmak için ölüm nedir ki? "Hangi çılgın bana zincir vuracakmış şaşarım" dizelerini zorla ezberleyen nesiller ondan anlam çıkarmışlardır ya, kimbilir?
Anadillerinde savunma yapmak istiyor yüzlerce kişi. Yüksek yakalı hakimlerin tutanağa "Bilinmeyen bir dil" diye geçirdiği sözler annelerinden duydukları ninni, kardeşlerinin ağlaması, gece gördüğü rüya. Ne demek bilinmeyen bir dil. Kimin ne haddine?
Pek yakında vizyona giriyor Simurg filmi. Ben bir insanın değerleri uğruna onlarca gün bilerek aç kalıp, ölmeyi göze aldığına şahit olduğum günden beri asla huzurlu uyuyamadım. Bu dünyanın bu insana çektirdiği acıdan mesul tuttum kendimi. Yalvarırım bir şeyler yapın, çocuklarımız rahat uyusun. Belki her şey gerçekten bir tutam mavi uğrunadır.
12 Eylül'ün bir başka vahşeti Metris'te yaşanırken, ben çocuktum. Abdullah Meral, Mehmet Fatih Öktülmüş, Haydar Başbağ ve Hasan Telci'nin ölüm orucuna başlama sebebi ne kadar da yalındı. "Cezaevinde tek tip elbise giymeyeceğiz". Öldüler. 90'ların başında Grup Yorum'dan bir şarkıydı benim için "Apo-Fatih-Hasan-Haydar". Ne kadar da sahiciydi, ne kadar acı. Ölmek ne kadar kolaydı ve ne kadar aylar sürüyordu.
Cezaevleri hakkında hatırı sayılır miktarda okumuşluğum, tartışmışlığım var. Özellikle siyasi tutuklular/hükümlüler özelinde Türkiye kadar sistematik baskı uygulayan çok az ülke vardır sanırım. Hani darbe koşulları ortadan kalkmıştı ya 90'larda. Tam da o günlerde, ilk gençliğimde tüm Türkiye'de abim/ablam yaşında yüzlerce siyasi mahkum yine çok temel insani taleplerle "Mayıs 1996'da yürürlüğe giren 3 cezaevi genelgesinin iptali" için günlerce gönüllü bir açlığa başladılar. 16 yaşındaydım. Ne kadar elimizdeydi birilerinin ölmemesi. En azından bağırarak yavaşlatabiliyorduk ölümü. Copla ilk tanışmamdır bu süreç. 11 abi ve 1 abla canını verdi değerleri uğruna. Dün yaşayan abi ve ablalar bugün yaşamıyordu. İntihar etmediler. Sadece durdular, sessiz, dik ve aç.
Sonra 2000 ölüm oruçları. Ekipler halinde yıllar süren ölüm orucunda, kimisini şahsen tanıdığım, kimiyle aynı masada oturduğum, kimi benden küçük 122 kişi F tipi cezaevine girmemek için sonucunu göze alarak öldüler. Onlarcası Türkiye'de bizzat devlet görevlileri tarafından yapılan en yaygın operasyonda 19 Aralık 2000 günü öldürüldü, dört duvar arası savunmasızken. Dünyada ilk kez, cezaevinde olmayan onlarca kişi ülkenin dört bir yanında ölüm orucuna girdiler. Canan ve Zehra Kulaksız'ı, Şenay Hanoğlu'nu, Gülsüman Dönmez'i, Sevgi Erdoğan'ı unutmak ne mümkün. Birisinin sonucunu göze alarak, bir iradeyle günden güne öldüğünü gördükten sonra onu unutmak; buna şahit olduktan sonra hayatı aynen yaşamak mümkün mü?
Şimdi 12 Eylül 2012'den beri, hani şu DSİP'li, Tarafçı, Genç Sivilci tuhaf tiplerin hesabının sorulduğunu sandığı 12 Eylül darbesinin 30. yıldönümünden beri yüzlerce kişi, bu ülkede seninle ve benimle aynı şehirde açlık grevinde. Aralarında 90'larda doğmuş onlarca çocuk, genç var. Hani neredeyse çocuklarımın nesli. Kaçıncı jenerasyon bu artık tek silahı canını ortaya koymak olan. Daha acı bir pazarlık mı olur?
Sorun bu ülkenin en güngörmüş aydınlarına, ölüm orucunda aracılık yapmış Yaşar Kemal'e, Orhan Pamuk'a, Livaneli'ye, Çalışlar'a, Can Dündar'a. Gün be gün ölme iradesinde olan çocukları bir kere gördükten sonra 16 yıldır yaşamak nasıl bir acı olmuş onlar için.
Sakın bana baskıyla yapıyorlar açlık grevini demeyin. 1982'de, 1984'te mahkumların birbirine psikolojik-fiziki baskı uygulayabilecek hali mi vardı Diyarbakır'da, Metris'te? 2000'de onlarca mahkum birbirinden habersiz tek kişilik hücrelerde devlet görevlilerinin o kadar "Bırak ölüm orucunu" baskısına, zorla müdahalesine rağmen neyin baskısıyla "ölümüne" direndiler. Sizin hiç değeriniz olmamış olabilir, ama bazı insani değerler vardır ki onları savunmak için ölüm nedir ki? "Hangi çılgın bana zincir vuracakmış şaşarım" dizelerini zorla ezberleyen nesiller ondan anlam çıkarmışlardır ya, kimbilir?
Anadillerinde savunma yapmak istiyor yüzlerce kişi. Yüksek yakalı hakimlerin tutanağa "Bilinmeyen bir dil" diye geçirdiği sözler annelerinden duydukları ninni, kardeşlerinin ağlaması, gece gördüğü rüya. Ne demek bilinmeyen bir dil. Kimin ne haddine?
Pek yakında vizyona giriyor Simurg filmi. Ben bir insanın değerleri uğruna onlarca gün bilerek aç kalıp, ölmeyi göze aldığına şahit olduğum günden beri asla huzurlu uyuyamadım. Bu dünyanın bu insana çektirdiği acıdan mesul tuttum kendimi. Yalvarırım bir şeyler yapın, çocuklarımız rahat uyusun. Belki her şey gerçekten bir tutam mavi uğrunadır.
Do do sol sol la la sol
Ne okullu olmak ama. Benim zamanımda "İlkokul 1 ile 4 zordur" diye bir efsane dolanırdı ortalıkta.Doğruluğu da vardı, ilki okula başlama diğeri ise fen bilgisi gibi branşlaşmanın başladığı sınıflardı. Şimdi 4+4+4 ile zor olan sınıf 4'ten 3'e kayar mı bilmiyorum ama 1 zor olarak kalacak.
Nisan ve Güney 1. sınıftalar. Geçen sene gittikleri Evrim İlköğretim Okulu'nu ve arkadaşlarını o kadar çok sevdiler ki bu sene hiç okul arayışı yaşamadık. Yıllarını "Paralı Eğitime Hayır" diyerek geçirmiş ve paralı eğitimin hala karşısında olan bir anne-baba için çok kolay bir karar değildi bu. Sağolsun mevcut AKP iktidarı eğitime soktuğu çomaklarla bizim zor kararımızı kolaylaştırdı. Çocukları gönderme ihtimalimiz olan tam gün devlet okulları (ikimiz de çalıştığımız için başka bir alternatifimiz yoktu) bir günde kapatıldılar.
http://www.aksam.com.tr/etutlu-okullar-resmen-bitti,-anneler-uzgun--126144h.html
Özel okulların duruşu kadar hedeflediği insan profilinden de rahatsızdık. Başarıya, trendlere odaklı bir eğitim tüylerimizi diken diken ediyordu. Eğitim hayatın doğal hali neyse onu yansıtsın isterdik. Ne güzel ki, Evrim Koleji'ndeki kültür bize bu endişeyi de yaşatmadı. Hedefi mutlu çocuklar yetiştirmek olan, dışarıdaki toz-dumandan bir miktar azade ama hayatın özgünlüğünü de yapay biçimde dışlamayan bir okulumuz oldu.
Blog yazılarımın çoğunda Nisan ile Güney farkına değindim sanırım. Okul da bu farklılıklarını aynen yansıttıkları bir platform oldu.
Güney mevcut eğitim sistemine çok uygun, sorulanları yanıtlamaktan ve başarmaktan mutlu bir çocuk. Bize bile zor gelen alfabeyi harf-harf öğrenip el yazısıyla yazma Güney'i hiç zorlamadı. Aksine verilen görevi yapmaktan bir huzur duyuyor.
Nisan ise sorguluyor. Yılların klişesi "Bu öğretilenler benim gerçek hayatta ne işime yarayacak?" tavrını birinci sınıfın birinci gününden itibaren ortaya koyuyor. İkisi de farklı sonuçlara varacak farklı yollar uyguluyorlar. Bakalım nereye varacak bu mevzu?
14 Ağustos 2012 Salı
Özgürlük!!!
Soran arkadaşlarıma "Bitmeyecek bir mutluluk ve endişe istiyorsan, çocuk sahibi olmayı düşün" derim hep. Neşe tarafını ara sıra anlatıyorum. Gel gör ki, endişe tarafı satırlara dökmeyi zorlaştıracak kadar çok yer kaplıyor hayatta. Çocuk sahibi olmayanlar sürekli, olanlar ise çocuksuzken "Ben çocuğumu çok özgür yetiştireceğim, serbest bırakacağım" derler. Temenninin en şahanesidir. Gel gör ki gerçek hayatta bu çok, ama çok zor zanaat. Zor olma sebebi de, "aman çocuğumu pamuklara sarmalayayım sarayım, o dünyanın en değerlisi" saplantısından ziyade çocuğu özgür bırakabilme halinin çokça çocuğun karakteriyle ilgili bir durum olması.
Bizim Güney'i al mesela. Dünyanın en temkinli çocuğu. Dilediğin kadar özgürlüğe ittir. Çıkar parka "oğlum git oyna, özgürsün koş dilediğince" diye ver coşkuyu. Güney'in aklında binlerce şüphe vardır. " Burada mı oturuyorsunuz, başka masaya geçer misiniz? Sizi bulabilir miyim?" soruları arasından sıyrılıp, yaşayamaz özgürlüğünü. Onu gerçekten mutlu etmek için "Ben buradayım, seni mutlaka görürüm. Zaten bu park çok büyük bir yer değil. Bir tane kapısı var, istesen bile kaybolamazsın." diye sınırlarını çizmen gerekir. Ya da girsin bir bakkala de ki "Oğlum al sana 2 TL, varsa istediğin bir şey al" büyük ihtimalle alamayacaktır. Kafası karışacak, seçemeyecek, huzursuz olacaktır. Daha dün "Okula giderken bana 1 TL verin, fazlasını istemiyorum. Çalarlar malarlar" diye frenledi kendisini. Güney sınırlarını görmek ister, realist olmayı yeğler. Sınırsızca özgür olmak aklını karıştırır. Hesapsızca içip yerlerde sürünen bir sarhoşluk Güney'e göre değil.
Yine de hayat şaşırtabiliyor. Geçen gün Güney'i çok sevip oynadığı bir balonu camdan aşağı atmak üzereyken yakaladım. "Napıyorsun?" dedim.
"Ne derler bilirsin. Bir şeyi gerçekten çok seviyorsan onu özgür bırak" diyerek, bıraktı balonu aşağı :)
Nisan'da ise özgürlük bambaşkadır. Her kalıp sıkar Nisan'ı. Sonsuz olmadıkça özgürlük yoktur. Dünyada istediğin yerde yaşayabilirsin desen, ya ben uzayda yaşamak istiyordum diye üzülür. Geçenlerde "Artık büyüdün, istediğin yemeği istediğin kadar sen yiyebilirsin. Kendi kararını kendin ver" diyesim tuttu. (Ki çok iştahlı olmayan çocuğa bunu demek büyük risktir ebeveyn için) Nisan anında "Ben artık vejetaryen olacağım o zaman" deyiverdi. Nisan her şeyi yapabilmek peşinde, belki çoğu çocuk gibi. Taşıyabilmek, pişirebilmek, yapabilmek istiyor dilediğince. Uğraşıyor da. Detaya girmeyeceğim ama Nisan boyundan büyük işler için ortalamadan bayağı bir kaza, bir kaç dikiş, bolca doktor daha sakar. Bıraktığın her an IMDB Top 100'de aksiyon-gerilim filmi. Al-götür-dene diyemiyorsun. Nisan özgürlüğünü sonuna kadar istiyor, ona da hayat(!) bürokratik engeller çıkarıyor.
Kısacası, özgür bırakalım bırakmasına da; birisine çok geliyor özgürlük; diğerine az. İşin içinden çıkamayan yine biz.
24 Temmuz 2012 Salı
Maviş
Bilenler biliyor, bilmeyenlere de söyleyeyim BAL'lı bir anne-babası var Nisan ile Güney'in. Kendi adıma konuşayım bu hayatta sahip olduğum 100 kimlik var ise Bornova Anadolu Lisesi mezunu olmak en yukarıda gelen ilk beştedir. Tanıdığım en doğru insanlar, en büyük maceralarım, hayattaki en büyük aşkım, isyanım, öğrenmişliklerimin çoğu BAL'dandır. İnsan olmayı bir miktar başardıysam, çoğu BAL'da içtiğim sudandır 90-97 yılları arası.
BAL'ın bana sağladığı en büyük değer de insanlar. Hiç tartışmayalım. Babamdan büyük abilerimden başlayan, çocuklarımla aynı jenerasyon sayılacak kardeşlerime kadar uzanan yüzlerce dostluk, bitmeyecek bir güven. Size bugün bana BAL mezunları arasından çok özel bir ismi anlatmak isterim. Bülent Önder Ağabeyimi, bilinen namıyla Maviş'i.
2003'te kurumsal iş hayatı ve başından kalkmadığım bir e-posta hesabının bana zincirlendiği dönemin hemen sonrası. Bütün gün burada hayat nasıl geçecek diye kendi kendime düşünür ederken keşfettiğim bir vahaydı baljoke mail grubu. Bülent Ağabey'le de orada tanıştım. Neredeyse 7'den 70'e her yaşta ortak paydası BAL olan binlerce kişi oraya yalnızlığını, acısını, çaresizliğini, neşesini döküyor. En saf haliyle tuşlara vuruyor ve gönder düğmesine basıyor. Ki o gönder düğmesi hiç karşılıksız kalmaz. Her çaresizlik çözülür, çözülmezse de "....kardeşim senin geçen günkü konusu ne oldu? Var mı bir ihtiyacın?" yanıtı gelir. İmece kültürü mü, mahalle havası mı, köy sıcaklığı mı adını n'olur siz koyun.
Maviş Abi'yle o satırlarda tanıştım işte. Ben 20'lerimin başındayım o 40'larının. Sokağa bakınca aynı renkleri görüyoruz, edebiyattan anlıyor, yemekten ve içmekten hele. BAL'dan geçip de sistemin çarklarının bekçisi olan pek çıkmaz dostlarım. Sisteme illa ki kapılıyorsun da hayata kendi çizgisini koymayan BAL'lı pek yoktur. Bülent Ağabey de Kuzey Ege'de kendi küçük işletmesinde, yüzü doğaya dönük yaşarken bize o e-mail hesabı üzerinden az mı ışık tuttu? Monitördeki ekranlardan taştı dostluk, kanlı canlı hayata döküldü. Abiliğiyle öyle bir güven verdi ki bize. Derdimiz olduğunda ilk aradığım numaralardandı. Kafası yatmayınca "Ulen hayta, öyle iş mi olur?" diye azarlayabilen abilerden.
Yolumuz Kuzey Ege'ye her düştüğünde Edremit'e uğradık, Kuzey Ege'ye düşmüyorsa da düşürürdük. Ve hiç birisi normal olmadı Maviş Abi'yle karşılaşmalarımızın. Antika koleksiyonundan bardaklarla likör ikram ederdi, gece vakti kalkıp Gümüldür'e bir başka dostumuza sarma yemeye gidebilirdik bir anlık gaza gelip. Patlıcan patlıcan diye haftalarca konuşup patlıcansız tek bir yemeğin dahi olmadığı bir masada onlarca dost kadeh tokuştururduk. Bülent ağabeyi bir gün kırmızı fularıyla, bir gün Kaptan Swing modeli Rakun Şapkasıyla, olmadı kalpağıyla görürdün. Sanırım çok cennet peşinde koşmazdı. Eminim para pul peşinde hiç koşmazdı. Kendi cennetini kurmayı başarmış, en az kendi kadar candan eşi Kevser Abla'yla birlikte küçücük dünyasının içini renkleri ve dostlarıyla doldurmuş bir koca yürekten bahsediyorum.
Nisan ve Güney'i Edremit'e götürdüğümüzde "İki yaşında falan anlamam, gelsinler öpsünler elimi bayram harçlığı vereceğim" derken harmanladığı bir mizah-heyecan-ağır abilik duruşu var nasıl anlatsam ki. Bak şöyle, bayram harçlığını verip yollamış ertesi gün biz Altınoluk'a gittiğimizde bizi arayıp bulmuş "Bakayım bu çocuklar nasıl yüzüyorlar" diye havuzda ciddi ciddi izlemişti çocukları. Dünya ona dar geliyordu da, bize ayıp olmasın diye söylemiyordu herhal. Başka tarifi yok.
Bülent Abi'yi bugün aniden kaybettik. Anlatabileceğim bir acı değil bu. Başka türlü anlatamadığımdan buraya bağırmak zorundayım, içim çok acıyor. Tüm dünyalılar olarak onun neşesinden yoksunuz artık. Sıkıştığımızda başımızı koyacağımız bir omuz eksik, her sabah mail grubumuzun neşesinden, didaktik abisinden gelen postaları göremeyeceğiz. "Kardeşim her şey yolunda değil mi?" diye arayıp dert kontrolü yapmayacak. Nisan ve Güney bir daha bayram harçlığı soramayacak Bülent Abi'ye.
Biz seni çok seviyoruz Bülent Abi, bize öğrettiklerin için minnettarız. Birlikte yaşadıklarımız hatrına. Bu gece senden hatıra, o iki antika kadehte birer kadeh rakı içer sonra yüzümüzü döneriz sana, Kaz Dağları'na. Senin olmadığın bir dünya bizim için çok kolay değil.
23 Temmuz 2012 Pazartesi
İçmeden hatıralardan sarhoş musun?
Geçen gün bir biçimde kafalanmışız ve Nisan'la Güney 22:00'ye kadar ayaktalar. Yatıracağız ama iş sarhoş yatırma merasimine dönmüş. Birisi tuhaf espriler yapıp gülüyor, öteki merdivenleri emekleyerek çıkıyor, birbirlerine sarılıp öpüyorlar derken baktım olmayacak kucağıma aldım ve Nisan başladı muhabbete,
- Babaaea
- Efendim kızım?
- Bu gidişle sen beni 2-3 sene sonra kucağına alamayacaksın, hahaha
- Alamam valla, şimdi bile boyun çok uzamış.
- İşte bundan çok korkuyorum (bir anda hüzünlen, ağlamaklı ol) annemin boyu senden daha kısa o hiç alamaz kucağına (kuvvetli ağlamaya geç) ben bu yüzden büyümek istemiyorum işte. Çocukluk harika bir şey, hiç istemiyorum büyümek hiç.
- E ben de yaşlanıyorum, yapacak bir şey yok Nisnotçum.
- Senin daha yaşlanmana çok var, bense büyüdüm nerdeyse (böhü..)
11 Temmuz 2012 Çarşamba
Büyü
20 sene kadar oldu. Grup Yorum'un ilk albümü Sıyrılıp Gelen elime geçmişti. Kasedi yine 20 küsür yıllık dostum Utku'dan ödünç almıştım. Boş bir RAKS kasede çekip çekmeyeceğime karar vermek için önce bir dinlemek adettendi. Boş kaset bile çok ucuz bir şey değildi, ancak hakedenler kopyalanırdı. Gündüz okulda elimde evirip çevirdim kaset kapağını. Yanılmıyorsam içinde şarkı sözlerinin de olduğu tumturaklı kapaklardan değildi. Bir yapraklık, şarkıların söz müziğini kimin yaptığı dışında sözlerin olmadığı bir kapak.
Akşam eve gidince. Kaset teknolojisi itibariyle A1'den dinlemeye başladım. A1'deki "Büyü" şarkısını "sihir" anlamına gelen büyü'den bahsettiğini düşünmüştüm, beni şaşırttı. Bir ninniyi andıran sözlerle bir çocuğa söylenen sözlerdi. "Büyüyüp de onyedine geldiğinde baban sana idamlar alacak" finalini ilk duyduğunda ise çarpılmayan yoktur. Ben de çarpıldım. Hep çocuk kalan Erdal Eren'e de bir selam buradan gönül borcumuz olsun.
Buraya büyümekten geldik. Daha doğrusu siz Google search'ten falan geldiniz de, ben büyümek hakkında düşüne düşüne buraya vardım. Zira Nisan ve Güney bir ayda büyüdüler.
Okulların kapanmasıyla 3 haftalığına babaanne ve dedesine giden bu iki arkadaş, son bir aylık sürede neredeyse yeni doğan bir bebeğin bir ayı gibi hızla evrim geçirdiler.
Hadi fiziksel büyümeyi kabul ettim. Küçük çakallar babanne ve dedeyi süper bağlamış, çatal-kaşığı terketmiş kendilerine yemek yediriyorlar. İştahsız kişiler ya bir de, bu metotla 1-2 kilo almışlar. Yüzme öğrenmişler, hem de gayet korkusuz, eğlenerek yüzüyorlar, atlıyorlar suya.
Ama esas büyüme duruşlarında oldu. Çalışan annelerin, yazı anneanneleriyle geçiren yazlık çocukları olarak 4-12 yaş arası çocuklardan oluşan büyükçe bir grup. Çeteler kuruluyor, dedikodular yapılıyor, kızların-erkeklerin ayrı buluşma yerleri, şifreleşmeler neler neler. Bu heyecanlar tam olarak kaç yaşında başlıyordu ki? Bizimkilerde başlamış, bu da artık aileye bağımlı çocukluktan çıktık demek sanki.
Yazlıktan dönünce bu sefer de Spor Okulu'na başladılar. Nisan ve Güney için bir sürü ilk de oradan geldi. Sporla ilgili yaptıkları faaliyetlerin coşkusu, güzel, eyvallah. Da yine esas heyecan ilk kez servise binmeye başlamalarından (kendi deyimleriyle serbis çocuğu olmalarından), harçlık almalarından geldi.
Akşama kadar "Güney'in 1 lirası vardı, 25 kuruşa şakamaka aldık, birini Özlem'e verdik, o bana 50 kuruş verdi, ben Nisan'ın patlayan sakızından tattım, ona topkek ısmarladım" muhabbeti bitmiyor, ve dinlemesi de acayip keyifli.
Dün son büyüme emaresi Nisan'dan geldi. Anasınıfından arkadaşları Zeynep, Deniz ve Umut Ali ile buluştu bizimkiler. Haftaların özlemi çılgın buluşmayla sonlandı. Ben çocukları anneleriyle bırakıp ayrıldım bir süre sonra. Bir ara benim telefonum çaldı, arayan Ayşen ama ses Nisan.
+ İyi günler beyefendi
- Buyrun hanfendi kimi aramıştınız?
+ Erdem Bey'le görüşecektim
- Benim, kim acaba arayan?
+ Ben elektrik dairesinden arıyorum. Size 155,624 dolar elektrik parası gelmiş.
- Eyvaah, napıcam ben bu kadar parayı ödeyemem.
+ O zaman bir 65 dolar verirsiniz artık.
- Tabi tabi. Sizin isminiz neydi acaba?
+ Mehmet benim adım
- E, Mehmet erkek ismi değil mi hanfendi?
+Sormayın, annemler böyle tuhaf bir isim koymuşlar işte. Bana da çok zor oluyor.
- Peki benim telefonumu nereden buldunuz?
+ Yeşer hanımı tanıyor musunuz? Ondan aldım
- Tamam hanfendi, ben yarın size 65 dolar getiriyorum.
Hadi bir milat daha aşıldı. Arkadaşla takılma, servis, harçlık iyi hoş da; ilk telefon işletmesi önemlidir, Tarihe not düşmeli. Büyüyor bizimkiler :)
10 Temmuz 2012 Salı
Ama ve çünkü
Ben bu ikizlerin farklılığını yaza yaza edebiyatçı oldum, Nisan ve Güney her yeni dönemde özgünlüklerini ortaya koymaktan vazgeçmediler. Harbiden öylesine farklı ki, kaşını gözünü demiyorum, aynı okullara gidip, aynı aileyle zaman geçiren, 7 yıldır neredeyse her saniye birlikte olan iki çocuktan bahsediyorum.
Nisan'ın dünyası "Ama"lardan ibaret. Hayatında hiç bir şeye koşulsuz evet demedi Nisan. Mutlaka bir yorum, kendinden bir çizgi, bir üslup katacak. Senin dediğine "Arkadaşa katılıyorum" diye yanıt dönemiyor.
"Adın Nisan mı ?" diye sor "Nisan ama bir sürü kişi Nisa zannediyor" der. En hayal ettiği şeyi getir önüne süslü bir elbise, bir müzik kutusu, muhteşem bir dans gösterisi "Çok beğendim ama daha değişik hayal etmiştim" der. Çünkü daha değişik hayal eder. Bir gerçek dünya vardır, bir de Nisan'ın ufku. Dünya fena bir yer değil elbette ama Nisan'ın ufkuna zor yetişir. Nisan'ın kişiselleştirmediği, kendi tarzını üzerine vurmadığı hiç bir şey yeterince güzel/renkli/komik/başarılı/sevimli/eğlenceli/vb/vb değildir. Yaşam, Nisan'ın algılarından ibarettir. Gerçek olup olmaması değil Nisan'a uyup uymamasıdır asıl olan.
Güney'e ise bir şeyi çünkü ile açıklamadığın sürece tatmin olmaz. Bırak senin açıklamanı kendisini ikna etmek için çünkü lazım çocuğa. Gece yatarken kendi kendine "Çünkü yarın erken kalkacağız" diye mırıldanıyor. Eğer yerçekimini öğrendiyse sıfırdan o ağacın altında uyuyup o elma başına düşene kadar tam ikna olamıyor. Daha dün bir merminin havada uçan bir kelebeği öldürüp öldüremeyeceğini irdeliyordu. Merminin rüzgarından, kelebeğin kanat genişliğine uçtan uca problem çözüyor her an. Matematikle, bilimle ikna edemezsen kesmiyor Güney'i. Formülle, kelimeyle, rasyonel nedenlerle açıklanamayan hiç bir gerçeklik anlamlı değil bu çocuk için.
Biz zavallı ebeveynler de iki bambaşka renk arasında lunaparktaki en kallavi oyuncağa binmiş gibiyiz. Çok zevkli, acayip eğlenceli, rengarenk ama hiç kolay değil.
Şşt, Mercedes resmini kullandım diye bozulmaca olmasın, aman;)
27 Haziran 2012 Çarşamba
Yollar
İlk kez bu kadar ayrı kaldık Nisan ve Güney'den. Evde biriken tadilat işleri vardı ve Nisan ile Güney uzun zamandır babaannelerinin yanına gitmek istiyordu, Çeşme'ye. Okulların kapanmasıyla bir Nisan'la Güney Çeşme'ye, onlarca usta (sırasıyla bizim eve)
Günümüz "Boyacı astar attı mı oraya?", "Hocam bu derzler iyi olmamış sanki?", "E tezgahın kalınlığı kurtaracak mı bu kadar payı?"gerçekliğinde sorularla ve matkap, Hilti, çekiç gürültüsü içinde Nisan ve Güney'den kalan korkunç sessizlikle geçti.
İlk 2-3 gün belki kabul edilebilirdi. Bu kaosun içinde Nisan ve Güney'i zaptedemezdik, daha doğrusu bambaşka iki kaosun çarpışmasını izlemek zorunda kalırdık. Ama düzensizliğe alıştığımız an yoklukları bütün herşeyin üzerini örttü.
Ne güzel bir tatil geçiriyor olmaları, her gün telefonda karşılıklı raporlaşmalar, giderek artan sevgi ve kavuşma heyecanı kesmemeye başladı. Üç hafta (ki her anı arkadaş, kan, ter, gözyaşı, usta ve tozla dolmasına karşın) nasıl hiçliğe eşit olur, yaşadık. Dümdüz. Sağolsun onlarca arkadaş, iyi niyetle "siz de kafanızı dinlersiniz", "e dışarı çıkarsınız başbaşa" "şarabı açar iki de mum yakarsınız" temennisiyle başka bir açıdan bakmaya yönlendirdiyse de bizi, Nisansızlık ve Güneysizliğin özne olduğu şu günlerin tekdüzeliğini geçirmeye yetmedi. Varsın başbaşa bir tatil yapmayalım, beni ben yapan eşsiz iki kişiden mahrum olduğumda ne başı, ne tatili allaşkına.
Bu üç haftanın akılda kalan anları yine Nisan ve Güney'in telefondaki sesleri oldu.
Bir kaç alıntıyla bitireyim de saat saymaya devam edelim.
(Nisan, sürprizini anlatırken) "Size öyle bir sürpriz hazırladım ki aklınıza gelmez. Mesela aklına hiç ama hiç gelmeyen bir şeyi düşün. İşte tam onu yaptım size, gelince göstereceğim."
(Güney, yemek yeme performansını değerlendirirken) "Valla onu bize sormayacaksın. Ben bilemem yemeğimi düzgün yedim mi yemedim mi?"
(Nisan, gelişimlerini anlatırken) "Uslandık biz"
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)