26 Eylül 2008 Cuma
Beni görmek demek
Ve farkettim ki, elle tututlur olmayan çeşitli gerçeklikler vardı önümde. Bir önceki nesilden bana gelen, ama benim gerçeğim olmayan. 12 Eylül gibi. 12 Eylül'ün kendisi değil sonuçlarıydı benim gerçeğim. Tıpkı Öztürk Serengil'e asla gülemeyişim, Nuri Sesigüzel'in, Göksel Arsoy'un, Şenol ve Birol'un belki Hümeyra'nın anne ve babamların neslinde bıraktığı etkiyi idrak edemeyişim gibi. Kendimi bildim bileli bir Nuri Sesigüzel fenomeni vardı, ancak bana halihazırda fenomen olarak sunulan Sesigüzel'in bana sunduğu pratik onu fenomen olmanın yanına bile yaklaştırmıyordu. Ve Nuri Sesigüzel'i bir yıldız olarak kabul etmenin gerekliliği, bu ön kabul beni fazlasıyla rahatsız ediyordu.
Baba olunca anlarsın dediler, baba oldum ve anlamaktayım usul usul. Kendi fenomenlerimin çocuklarım tarafından anlaşılmayacağı ihtimali beni korkutuyor. Ya 13 yaşımdan beri onlar ileride okuyup da güler diye sakladığım Leman, Pişmiş Kelle, Penguen ve Uykusuz'larımı komik bulmazlarsa? Ya beni gülmekten yerlere çalan Cem Yılmaz onların gözünde benim Öztürk Serengil'e hissettiğim anlamsızlıkta gelirse? Ne anlatacağım onlara, 5 saat önceden sıraya girdiğim Bulutsuzluk Özlemi konserini mi? Ya Leman'a değil bana gülerlerse? Arsenal maçına "Ee derlerse?", benim neden abartıldığını bir türlü idrak edemediğim meşhur Macaristan maçına karşı takındığım kayıtsızlıkta.
Olur da bundan 20 sene sonra, illa beni anlar gibi görünmek isterlerse Nisan ve Güney 321 günlükken Nobel alan Orhan Pamuk'u bir fenomen gibi görüyormuşçasına davranırlar. Gibi yaparlar. En fazla o olur.
25 Eylül 2008 Perşembe
Nam-ı Diğer
Bizim ikizler konuşmaya başladığı günden beri kendilerine türlü türlü adlar taktılar. Bizim onlara yakıştırdıklarımızı beğenmediler, bize de (şimdilik) götelek gibisinden tuhaf unvanlar reva görmediler sağolsunlar.
Küçük me: Nisan kız olmasının etkisi var mı bilmiyorum ama, hep küçük olmaya özendi. Küçük oyuncakları sevdi, fiziken büyük her şey ona itici geldi. Daha yeni yeni edi-büdü bir şeyler gevelerken kendisinden "Küçük me" diye bahsederdi. Küçük kuzu anlamında. "Küçük me acıktı" falan derdi. Günlerden bir gün (cümleye böyle başlayınca konuyu bir biçimde Nasrettin Hoca'ya bağlamak icap ediyor sanki) Nisan "men kendimi çüçük me olarak nansediyorum" dedi.
- Nasıl yani küçük kuzular gibi mi dans ediyorsun?
- Hayıy. Kendime çüçük me diyoyum ya, öyle nanse ediyorum.
Lanse ediyormuş hanımefendi, kuzu lansmanı.
Avcı: Alabildiğine barışçıl kişiler olmaya çalışır, şiddetin-silahın zerresiyle muhatap etmez iken çocuklarımızı Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler'de Kraliçe'nin Pamuk'u katletmekle görevlendirdiği Avcı bizi ters köşe etti. Sen Güney git, Avcı'yı kendine idol belirle. Avcı geldi, avcı gitti diyor kendini anlatırken o günden beri. Neyse ki, çocuğun örnek aldığı avcı düzgün bir tip. Hümanist melekeleri gelişmiş, Pamuk'a kıyamamış birisi. Avcılar Federasyonu'nun kaale alıp bizden tekzip isteyeceğini sanmam.
Balerin: Bu nereden girdi hayatımıza bilmiyorum. Ama neden erişkin sosyal hayatındaki yeri %1 olmayan balenin, çocukların dünyasındaki etkisini algılayabildim Nisan sayesinde. Kız çocuğu baleden bir haz duyuyor. Nisan konuşmaya başladığı andan itibaren balerin diye tarif etti kendini aylarca, yıllarca. Parmak uçlarında yürüdü. Hala da ara ara yürür, iki yaşındayken kreşleri arayıp "Bale kursuna en küçük hangi yaş grubunu alıyorsunuz?" deme sebebimdir.
Yaramaz(a.k.a Nayamaz): İsyanın ilk emareleri görüldüğünde ana babaya karşı, Güney kendisine yaramazlığı reva gördü. "Ben yaramazım, böyle kabullenirseniz sizin lehinize olur." tavrı yani. Yapma denileni yapmanın ön izahatıydı Güney için "Bakın nayamaz nerden atlıyo..ehe.." Çok sinirlendiğinde de babaya-anneye taktığı unvan oldu yaramaz. Kıyamazlar ona, kızdığında bile ben sana kızıyorum demez. "Yaramazsın sen" der en fazla, içi elvermez ileriye gitmeye. En kızdığında, on dakika dayanabilir küslüğe. Onuncu dakika dolmadan koşar içeriye, saçlar dağınık, her yeri gülüyor. "Baba, babacım. Avcıya bak ne kadar hızlı koşuyor."
16 Eylül 2008 Salı
Bütün isteğim buydu
Her anne baba kadar, belki de fazlasıyla yakınıyoruz. "İki dakka durmuyorlar", "Evin altını üstüne getirdiler", "Bugün bir lokma yemek yemedi", "Bizimkilerin inadı tutmaya görsün" cümlelerini tekrarlıyoruz. Kimisi haklı, kimisi fazlasıyla öznel. Yorgunluk, çaresizlik ya da sinir anında öyle düşünüveriyor insan.
Lakin, anne - baba olarak yalnız ve yalnız bir şeyden yakınma hakkımız olsa; şüphesiz uyku konusunu seçerdik.
15 Eylül 2008 Pazartesi
Uzundur bu yollar, giderim gözüm kara # 1
Ve bu gezinin de motivasyonu ile 3,5 aylık ikizlerimizle, o zamanlar Marmaris' te yaşayan anneannelerine gitmeye karar verdik. Biz eski biz olsak heheeeyt, açardık camları, açardık müziğin volumünü, tek bir molada yer içer, türk kahvemizi de eksik etmez, 2-3 saatte girerdik Marmarise. O zamanlar tatlı bir VW Polomuz var, bir de hırsız olduğu sonradan tescillenecek olan tombiş bir bakıcı kızımız. Araba ağzına kadar dolu, çocukları salıncakta uyutuyoruz o sıralar. Risk alamadık, salıncakları da demonte edip attık arabaya, bezler, ıslak mendiller, 5 güne ellibeş kat giysi, giysi dediğimiz el kadar tulumlar. İki puseti arka iki koltuğa bağlıyoruz, ortaya bakıcımız geçiyor. Kızın ( çalıp çırpmasa kızcağız derdim) kıçı zor sığıyor, yanları morardı dar alanda. O dar alana girebilmek için bir de ön iki koltuğun arasından atlamak gerekiyor. Bir o, bir ben devralıyorum nöbeti. Bir süre 15 dakikada bir, sonra yarım saatte bir mola vererek uzun bir yolculuk sonu varıyoruz Marmaris' e.
İnsan ne zaman plan yapmaz, beklentiye girmez ise şans o zaman gülüyor. Bu benim tezim ve sanırım Murphy' nin de. Yani arasın diye bekledikleriniz aramaz ama ne zaman ki aklınızda "evde jöle kalmadı"fikri ve günün gazetesi ile tuvalete girseniz çalar telefon. Ya da dinlenmek için gidilen her çocuklu tatil yorgunluktan bayıltırken, anneannesi ya da babaannesi mutlu olsun diye çıkılan tatiller ilaç gibi gelir insana . Bu da öyle oldu. Bizim çocukları annemlere ya da bakıcıya bırakma gibi bir fikrimiz katiyen yoktu. Aklımıza bile gelmemişti bu olasılık. Ama tatilin ilk sabahı, Marmaris' te rahat gezebilmek için ve bütün yaz lazım olacağını düşünerek bir ikiz arabası almak için çarşıya çıkalım dedik. İki adet tekli bebek arabamız vardı ama bir hesap hatası sonucu bagaja kesinlikle sığmıyorlar, kritik açı ile sığdırabildiğimizde de bagaja fazladan bir mendil bile girmiyordu. O sebeple o arabalarla ilişkimiz başlamadan bitti. Mesela bir fotoğraf koyayım dedim ama bir tane bile bulamadım. Neticede niyetimiz hepbir çarşıya gitmek, bir araba alıp onunla eve dönebilmek. Annem dedi ki; bu sıcakta çocukları çıkarmayalım, yeni emzirdin nasıl olsa, 2 saat sonra uyuyacaklar. Biz oyalarız, acıkırlarsa mama veririz. Siz sakin sakin alıp gelin. Ahanda! 3,5 ay sonra kollarımı sallayarak dışarı mı çıkacağım? Çocuklar ağlamaktan fıtık olurlar, annem aklını kaybeder, bakıcı annemleri soyar çocukları kaçırır ve aslında bütün bunları söylersem bana terapist aranmaya başlanır. O sebeple birşey demedim. Olur dedim, içim pır pır, koşar adımlarla Marmaris çarşıya yöneldik.
Ertesi akşam, annem -yüce insan- dedi ki, "haydi çocukları emzir, biz uyutalım da siz karı koca başbaşa bir çıkın gezin, kaç aydır hapsoldunuz eve." İnanamadım bu fikre. Olur mu olur. Koşarak gittik gene çarşıya, çok da yer aramakla vakit kaybetmedik. Barba my friend diye bir Yunan lokantasına oturduk. Masmavi tahta sandalyeler, balık ağlarından dekor, inanılmaz güzel bir müzik, taze balık, deniz börülcesi, kalamar, yeşil efe. Birbirimizin gözlerine bakmaya vakit bulamamışız aylardır, bütün seni seviyorumları çocuklarımıza kullanmışız, iltifatlar hep bebeklerin kilo alışına harcanmış, o gece hasret giderdik aşkla. İki kişi olduğumuzu hatırladık herşey gaz ve toz bulutuyken daha, aşk bize sığmadığı için, taşanlar ziyan olmasın diye çocuk yaptığımızı anımsattık birbirimize.
Marmaris ile ilgili aklıma gelenler o güne kadar "English breakfast, Steak with mushrooms 25 €, Gucci, Armani, Dolce Gabbana t shirts 3 for 10 $" iken şimdi hep fonda Yunanca bir şarkı, Hanımeli kokusu, ışıklı liman görüntüsü, kızarmış ekmek kokusu ve en yakın arkadaşım en büyük aşkım çıkarsamasıdır.
11 Eylül 2008 Perşembe
AnneM
7 Eylül 2008 Pazar
Değiş Tonton
Bu dönemde de sevgilim hep yanımda, faydası çok sonra farkettiğim görünmez bir teselli abidesiydi. Normalde aramızda 30 santim boy ve bir 30 da kilo farkı olmasına rağmen doğumdan sonra onun şortlarına giremiyor, t-shirtlerini sündürüyordum. O ise buna "Tanrım benim t-shirtümü giymişsin, çok hoşuma gitti. Neden bunca sene bir kere bile giymemişsin ki! Çok seksi olmuş" tavrı ile yaklaşıyordu. 36 beden hiçbir kıyafetimi kaldırmama izin vermedi. "Şimdi kaldıracaksın, 2 ay sonra bir daha çıkaracağız, hiç uğraşma" diyordu. Ben de ayları saymadan inandım o 2 ay hikayesine. 44 beden bir kot aldık bana. "Ohh ve özlemişim sevgilimin böyle sportif hallerini" dedi. 44 beden bir kıçla ne kadar sportif göründüğümü sorgulamama fırsat bile vermedi. İşbu sebeplerle benim mahalleme uğramadı lohusa depresyonu. 2 kere karabasan gördüm, İkisinde de başucumda bekliyordu. Bir tufan değil de hafif bir meltem gibi geçti gitti lohusa. Ben onu sevdim o da beni. O kadar ki lohusalık dönemi 6 hafta sürer derler bende 3 ay kadar kaldı yatıya.
6 Eylül 2008 Cumartesi
Ceberrut
Bir iki ay sonra geldi telefonum, PIN kodu, PUK2'nin yazılı olduğu karton parçası falan hep içinde. "Aman şöyle şarj olmadan açma, böyle düğmelerine sert basma" hassasiyetindeyiz. Ev rutubetten geçilmiyor. İlk mesajımı kuzen atmış, açar açmaz öttü telefon. Ama mesaj ne, zarfa nasıl basılıyor fikrim yok. Niye öttüğünü de anlamadım. Bir baktım telefonun ana ekranında Turkcell yazısının altından kelimeler akıyor 1 karakter/saniye hızla. "Sevgili Erdem, yeni telefonun hayırlı olsun..."falan filan yazıyor. Siemens'in kolay mesaj okuma özelliği. Zağar annemler cümle aleme lansmanını yapmış yeni numaramın :) Tabi 120-130 karakterlik mesajın milim milim akışının bitmesi iki dakika sürmüştür. Allahıma heyecanlandım. Elektronik-Haberleşme mühendisliği ikinci sınıf öğrencisiyim o sıra.
O günlerde reklamı çok çıkıyordu. Alcatel One Touch Pocket. Yassı olmaya o da yassı. Hatta en şekilsiz telefon. Ortaokul geometri dersinde yamuk öğretirlerdi (trapezoid). Aha da aynısı. Ama reklamına bak, aklın durur. İnce, titreşimli, saatli, kalem pille de çalışıyor istersen (nefis bir özellikmiş bu be ya). 59.999.999 TL idi hatta. 55'e vermişlerdi. Alcatel'in One Touch furyasının amiral telefonuydu.
Ama kimsede olmayan bir telefonu almak hata o dönemde. Anlatamazsın. İkincisi yassı yassı nereye kadar. Üçüncüsü deminkiyle aynı cevap, telefon alıyorsun Alcatel ne iş:)
Telefonun en uçuk özelliği de tuş kilidinin 159 tuşlanarak açılmasıydı. Oradan "1-5-9 insanın yanlışlıkla götüyle basmasının en zor olduğu tuş kombinasyonudur" gibi mühendisvari sonuçlar çıkaracak kadar yanlıştım. Zira Siemens'in antenini kıran götüm tuş kilidini açmaktan daha büyük başarılara imza atıyor, bu sefer de arka cebimdeyken üstüne oturduğum One Touch Pocket'ın kristal ekranını kırıyordu. Ama telefona bir şey olmadı. Ekransız bir cep telefonuyla karşı karşıyaydım. Kütür kütür de çalışıyordu. "E nasıl kullanıyorsun" hoyratlığına ukaladan cevaplar patlatıyordum. "Ev telefonunu nasıl kullanıyorsun ekransız, numarayı çevir ara, çalarsa aç". Gelen mesajı da iletmek için gerekli tuş kombinasyonunu ezberlemiştim, o an yanımda kim varsa ona iletip o telefondan okuyordum. Bir müddet böyle idare ettim. Eve de söylenmiyor sizin sermayeyi bağladığınız makineyi çatlattım diye. Canıma tak edince, Gittim Etiler'de Genpa Menpa öyle bir yere. Telefonun ekranını yaptıracağım. Verdim telefonu kıza, baktılar. "Ekran değişecek" dediler. İyi değiştir, kaç para? 63 milyon, telefonun yenisi kaça? 52 milyon. Ben sana daha enaktarın neyini kodlayayım, böyle iş mi olur keriz bulun beraber takılalım? Memnundum da Alcatel'den. Gittim 48'e mi ne, yenisini aldım. Aynından.
Alcatel(2)'yi, aldıktan bir süre sonra halamı görmeye gittiğimde, kanepede uzanmış telefonu halıya yatırayım derken orada bizim kuzenin kızının oynadığı küçük tastaki suyun içine koydum salak gibi. Yarım saat marine oldu senin One Touch. Bir farkettim, panikle pili çıkar, kaloriferde kurut murut. Allahıma çalıştı. Helal lan sana Alcatel, ekran dağıldı çalıştı. İç dış yıkadık çalıştı. Üç dört ay idare ettik ki, bir sabah bizimki Mortingen Strasse. Etiler'deki dalganın yerini biliyorum. Ama bu sefer yemem öyle kolay kolay. Dedim garantisi var bunun, nasıl işse bir sabah aniden sen kapan...Kız aldı (aynı kız), içeri gidildi gelindi. Sıvı kaçmış içine dedi. 40 milyon da masraf. Yemezler, çakalım ya. "Elektronik Mühendisliği'nde okuyorum" dedim her ne kadar Fizik 1'den üç senedir geçememişsem de. Bi bakayım şuna, telefonu gösterdiler, bak görüyormusun regülatör devrede korozyon falan diyor. Regülatörün ne olduğunu bilsem işim ne oralarda? 40 kağıt çok geldi. Gittim öbür kuzenin uzun dikdörtgen Siemens'ini istedim. Iskartaya çıkarmıştı.
Renkli ekran sözde. Renkli dediğimiz de, bizimkisi yeşilimsi ekran üzerine siyah harf ise, bunun yeşilimsi ekran üzerine alacalı bulacalı renkler. Bir de solda bir tuş var, basınca 6 saniye ses kaydı yapıyor. Zaten kuzen de biraz kullanmış, çekmiyor. Uzun ince bir şey. 98 yılına göre iyiydi de, 2000 olmuş sene. Elvis modelinde gezer gibi hissediyorsun o janjanlı ekranıyla. Çekmiyor diyorduk ama 17 Ağustos depreminde Beşiktaş İskelesi'nde insanlara ulaşmaya çalışırken tek başarılı aramayı da bu arkadaş gerçekleştirmişti.
Kendi bütçemle bir telefon alacağım ya, yine ucuza kaçtık mecbur. Marka, kaliteyi bir kenara bıraktık. Fiyat ve özellik katsayısına bakıyoruz. Hop Siemens C35. Ufacık, T9 var. Bir iki çeşit grafik tabanlı öge var. Mesaja kalp malp ekleyebiliyorsun. Herkes birbirine 5110'ları aracılığıyla harflerle üretilmiş kollarını açan ayıcıklar falan gönderiyor SMS yolu ile. Bizim neyimiz eksik?
10 numara telefon idi. Ta ki aldığımın sekizinci gününün sabahında ekranında Japoncamsı karakterler görünüp, kilitlenip bir daha açılmayana kadar. Aldığım yere gittim. "Abi Siemens 15 günde bir geliyor buraya, bence sen götür Kozyatağı'nda Siemens'e. Daha çabuk hallolur" dedi. Kozyatağı'na atladım gittim. Telefoncu abi diyor ama Fizik 1'den hala geçememişiz. Sene 2000 falan. Kozyatağı Siemens'in önünde 75 milyon Siemens mağduru can çekişiyor. Q matic'ten numara alıyorsun, sayaç 17'de sana 430 veriyor. Oturdum bekliyorum. Bir çocuk inleyerek "Abi sakın bırakma makineyi, vermezler geri. Ben iki aydır her gün geliyorum" dedi. 315'ti numarası, imrendim.
O gün sıra geldi bir biçimde. Kıza verdim cihazı. "Siz bunu bırakın biz sizi arayalım"dedi.
"Nasıl arayacaksınız, başka telefonum yok. Benim dünyaynan bağım kopacak"
"Yedek telefon verelim size?"
"Oluur."
Bir makine verdi. Benim ilk 5 telefonumun toplam ağırlığından ve hacminden fazla.
"Hanfendi bu olmaz. 8 günlük telefonun dengi mi bu?"
"Ama kem küm.."
"Şu masadaki telsiz telefonla bir arama yapabilir miyim?"
Ayşen'i aradım. O zaman çıkıyoruz. Böyleyken böyle, bir laf kalabalığı yapsan be hayatım deyip; sekretere verdim hattaki Ayşen'i.
Ayşen cilalıyor. Tüketici haklarıyla ilgili çalışan avukatım. Müdürünüzü bağlayın. Müdür geldi telaşla. Ayşen devam ediyor, elimizde Siemens'le ilgili bir sürü dava zaten var; müvekkilime destek olursanız belki bu mahkemelerde heyete sunacağınız iyi hal örneği olur. Yoksa davalarda zaten yandığınız kadar yanmışsınız. Müdür saygılar sunarak kapattı. Aldı telefonumu, 10 dakika sonra geldi.
"Telefonunuzun işlemcisini bilmemnesini komple değiştirdik. Tuş takımınız da biraz eskimiş. He he, onu da yeniledik. Hediyemiz olsun. Avukat hanıma saygılarımızı iletin lütfen."
Oh. Atladım Kozyatağı'ndan otobüse. Eve gidip Fizik 1 çalışayım. Vize var.
Bir kaç ay sonra, Ali Sami Yen'de İstanbulspor maçı. Ayşen o zaman İzmir'e taşınmış okulu bitirip. İşyerinden eğitim ayarlamış, İstanbul'da. İki arkadaş daha var. Maça gittik. Benim kombine var da, diğerleri için bilet sırasına girdim. Tam sıra bana geldi oh derken, hop bir temas hissettim. Elimi cebime attım telefon olmuş poyraz. Arkamdaki kıpır kıpır elemanı tuttum yakasından. "Ver lan pezevenk." "Abi ne diyorsun." Üstünü bir yokladım, yok telefon melefon. Nerden bileyim. Kuyruğa 3-5 kişi girip, elden ele yaparlarmış tırnaklanan telefonu. Gitti gider.
Hayatım kaymış telefona para vermekten, gittim ikinci elciye. Panasonic GD 52 diye bir şey var. Küçücük, her numarası var. Fiyat da kelepir. Tiko verdim parayı çıktım. Fizik'ten de geçmişim mis. Okul bitene kadar götürdü beni Panasonic. Güreş ata sporudur.
Okul bitti. İzmir'e gittik, bir biçimde hop 482. Ulaştırma Hafif Oto Taburu Ilıca Erzurum. Götürmedim telefonu. Nişanlıyız, aşığım, ayrıyım. Ankesörlünün önüne kurdum tezgahı. Günde yarım saat konuşuyoruz. Sayılı gün nah çabuk geçer. 215 günü de yedik ama. Döndüm. Bizim Panasonic işlemeyen denir hesabı pas tutmuş.
İşe girmişim elim para tutuyor. Gittik Bornova'ya. Sevgilinin çok memnun olduğu Nokia 3510'la girdik bu aleme. İlk kez pazar payı binde birin üstünde olan bir telefonum oluyor boru mu? Şarj aleti derdim bitiyor :)
İki seneden fazla götürdü bizi. Wap'a falan giriyordum, Kızılırmak melodileri indirmişim. İyi taşıdı beni. Hıyarız ya,bir sinir anında aldım çaktım yere. Yüz kere Fizik 1 almışsın, momentum diye bir şey var tabi. Kapak bir yere, pil bir yere. Çalışıyor ama çekmiyor.
Girdik bu sefer Sony Ericsson alemine. Şirketin de inceden sübvansiyonu var ;) Fotoğraf makinesi, bluetooth, kızıl ötesi ne demek öğreniriz peyderpey. T630, hey yavrum hey. Fotoğraf makinesi yalandı, mp3 çalmaz, artırılabilir hafızası yok bilmem ne. Donanım foruma döndürdüm burayı ama iyi telefondu. Nisan ve Güney'in doğduğu gün onunla aldık tebrik mesajlarını.
Konuyu Nisan ve Güney'e bağlamışken burada keseyim. Sonraki post'ta biraz daha SonyEricsson anlatıp bitireceğim. 98'den 2005'e geldik zaten. Bir şey kalmadı.
Saf gibi telefon modellerimi sıralayıp gitmiş olmayayım diye artistik mesajla sonlandırayım tüketim toplumu falan. Anladın mesajı, verdim farzet.
3 Eylül 2008 Çarşamba
Çizgi Film; Bir Hipnoz Şekli
Nisan ve Güney şu yaşına gelene kadar çocuk ve televizyon benim için aynı cümlede geçmemesi gereken iki kelimeydi. O kadar ki bizim evde televizyon onlar yatınca açılırdı. Sonra baby tv' nin methi bizi gaza getirdi eve digitürk ve baby tv girdi. Hiç sallamadılar başlarda. Gurur duyduk. Eee çocukları dışa dönük, sosyal, hareketli yetiştirdik diyorduk. Oyun oynamayı tercih ediyorlar diye seviniyorduk. Benim beynim hemen momentoya geçiyor ve 10 yıl sonrasına gidiyordu; hayalimde basket topu ile üstü başı çamur içinde bir Güney ve lastik atlamak için tuhafiye tuhafiye esnek don lastiği arayan bir Nisan geliyordu. Yine hayalimde evde tozlanmış bir bilgisayar görüp, seviniyordum.
Sonra baby tv' de otobüsün tekeri diye bir şarkı çıktı. Bizimkileri kilitledi. Daha 2 yaşına gelmemişlerdi, konuşamıyorlardı ama şarkı başlayınca elleri ile otobüsün tekerinin dönme hareketini, kapının açılıp kapanmasını taklit ediyorlardı. Biz gene gurur duyduk. Ana baba olmanın temel şartı bu çünkü; her ilerlemeye izafiyet teorisi gibi yaklaşmak. Eee biz çünkü çocukları tv' nin başına mal gibi oturtup gitmiyoruz diyorduk. Onlarla birlikte izliyoruz, anlatıyoruz, çocuklar da öğreniyor işte ne güzel.
Sonra bir şekil bir çizgi film aldık eve. İşte o gün hayat değişti. "kanguru Jack" evimize hoş geldi, sefalar getidi, huzur getirdi. 2,5 senelik yaşamlarında yerlerinden kalkmadan ve çıt çıkarmadan 45 dakika geçirdi bizim aktivistler. İlk kez çocuklar uyumadan biz karı koca olarak oturup fısıltı ile de olsa sohbet ettik. Mutfakta birlikte yemek yaptık. Sonra evimize pamuk prenses ve yedi cüceler, ali baba, titanik girdi. Biz bu rahatlama anının tadını o denli abarttık ki, puzzle yapmaya filan başladık o serbest zamanlarda.
Yıllarca eleştirdiğim annelerden olmuştum. Çocukları kendi kafamı dinlemek ya da yemek yapabilmek için, rahat süpürge tutabilmek için televizyona kilitleyen sıradan bir ev annesine dönmüştüm. Ambargo getirdim. Hayır! Film izlemiyoruz, hadi kovalambaç oynayalım. Hayır titanik izleyemezsiz gelin beraber puding yapalım. Ama bu tekliflerime çocuklar; sabahın altısında uyandırılıp "hadi flüt çalalım" teklifi ile karşılaşmış ebeveyn gibi tepki veriyorlardı. Neticede en azından 2 gündür günlük film sayısını teke indirdim diye sevindim. Zaten her gün tv' de Dora' yı izliyoruz kesin, bir de film yeterli.
Bu gün film izleme saati geldiğinde tartışma başladı. Hangisi izlenecek? Güney "ama ben pamuğu kabul etmiyorum, prensesli film izlemek istemiyorum" diyor. Nisan ise "ben vahşi köpekli filmi izlemem, onda hiç prenses yok ama" diyor.
Kanguru Jack' i önerdim. OOO bir coşku. Güney "Ben severim ki Kanguru Jack' i. Bası insannar kanguru ile sürefayı karıştırıyor. Oysa sürefa uzun boyunlu olur, sarı olur, üstünde benekleri olur. kanguru kahnenengi olur. hem hiç sürefanın karnında cebi olar mı?" dedi. Nisan ise, "Kanguru Jack' te prenses yok ama çok güzel bir kız var, şarkılar da var. O kız çok güzel şarkı söylüyor, ben onun o güsel dillerini yerim" dedi.
Ben gene anneliğin şanındandır, hemen gurur duydum tabi. "E film izliyorlar ama bak neler neler öğreniyorlar, bu nasıl güzel bir yorum gücüdür. Aferin valla" dedim.Ama şimdi de oturdum kendimi sorguluyorum; "o güzel dillerini yerim" nedir yahu? Bu denli yöresel bir ağızla mı seviyorum ben çocukları? amerikan yapımı çizgi filmden öğrenmedi ya bu çocuk bunları...