Geçenlerde arkadaşlarla oturuyoruz. Halimize acıma durumundaydı yine herkes. Vah bize vahlar bize. İnsan ister istemez kendini savunma durumunda buluveriyor. Ben de anlatıyorum en davalı avukatı halimle; "öyle demeyin ama, vizyon filmlerinin yüzde altmışına gidiyoruz. Ha sırayla gidiyoruz ama gidiyoruz işte. Taksim' e çıkıp iki tek atalı daha 10 gün olmadı vesaire vesaire" Dedi ki arkadaş; "Ama gülüm biz anlattıklarını hergün yapıyoruz. Yani rutinimiz o be canım" Hımm, dedim. Bunu düşüneyim bir. Arkadaşın arkadaşı da dedi ki; "bunca sıkıntıya nesi değiyor çocuk yapmanın?" Bunu soran da arkadaş olamaz zaten en fazla arkadaşın arkadaşı olur. O an farkettim ki, insanın çocuğuna duyduğu sevginin pek tasviri mümkün değil. İkamesi yok bir kere. İnsan hayatta başka neyi severken dişlerini sıkar ki, ısırmamak için? En efsane aşklara şehvet denen tuhaf his karışır, bencillik bulaşır. Ama bu başka birşey, çok saf, çok tutkulu, art niyetsiz, çıkarsız, karşılıksız, taparcasına.
Kuzusunu kucağına alan ve seven bir anne ya da baba figürüne dikkat ediniz, gıdıdan öperken yavrusunu, elleri tombişlikleri sıkmakla acıtmamak arası en hassas çizgide profesyonelce kiltlenmiştir. Burun delikleri o güzelim kokuyu içine çekmek için kocaman açılmıştır. Ve muhakkak kendini tutmanın sıkıntısı vardır yüzünde bir yerde. Tutmasa insan kendini, ısırır minik dirsek çukurunu, gıdıdaki boğum arası çizgiyi öperken kızartır, avuç içi kadar popoyu parmak izi yapar. O his tarifi imkansız bir duygudur.
Ergenliklerine kadar, bizi sorgulama yaşına gelene kadar yani, bir kraliçe gibi hissedeceğim kendimi. Audrey Hepburn' um sanki, Sharon Stone' um bir nevi, Adile Naşit' im, türk kahvesiyim, nutellayım, Beyoğlu' yum, ışıklı bir köprü manzarasıyım, Rus sirkiyim, define adasıyım. Yani onlar için ben vazgeçilmez olanım. Bütün hatalarıma, bağırmalarıma, sıkılmalarıma, telaşıma, mutfak mesaime, ev toparlama gerginliğime, elektrik süpürgesi sesine rağmen, onlar için ben, vazgeçilmez olanım, güven kelimesinin anlamıyım, özenilenim, beğenilenim, hedefim, amacım. Kim hayatta tek bir hareketle alabilmiş ki bu sıfatların birini bile?
Ne kadar kızsam da "hayıy, anne getircek suyumu" cümlesinde içim gururla , "ne güzel kokmuşsun aşkım" dediklerinde gözlerim yaşla doluyor. Güney uyurken saçlarımı okşadığında, tüm şampuan reklamlarında sadece ben varım. Nisan t-shirtümü giymek istediğinde Tiffany' de kahvaltıyı çekiyorum ve tüm gardolaplardayım o sahnedeki halimle. "Anne okusun masalı" dediklerinde Adile Naşit' im ben, adını saymayı unuttuğum kuzucuklar ağlıyor sanki yatmadan önce. Ve koşup koşup kocaman sarılıp dudağımdan öptüklerinde, hem de her seferinde, sanki hiç yokmuşum önceden, hiç varolmamışım da tam o an hayatın anlamının tam ortasında açmışım gözümü sanıyorum.
Ey arkadaşın arkadaşı, değiyor her anına evet. Ki daha yaşattıkları 3 senelik bir heyecan ve tutku. Daha bunun harçlıkları ile ilk kez kendilerinin alacağı müzik cd' sinin ne olacağının merakı, havaya atılacak kepleri, omuzumda dindirilecek aşk acıları, pişirecekleri ilk makarnanın tadı, bardağımı uzattığımda buz atacak olmaları var.
Şimdiden değdi, İlk kucağıma aldığımdaki kokuya bile değmişti. Bunlar hep ikramiyesi, bonusu...
Hayat boyu habire büyük ikramiye çıkacak desem, oynamaz mısın bu kumarı?
16 Aralık 2008 Salı
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
4 yorum:
Doymuşlukla da ilgili sanki. Bir dönem her gün dışarda,en yeni filmde, son çıkan oyunda ve kalabalık ortamda içerek, konuşarak yaşıyor insan. Sonra rutin, o rutin olması bozuyor. Hani fedakarlık gibi mi bilmiyorum. Yaşadıktan ve gördükten sonra bazen bütün filmler birbirinin devamı. Üst yaşanmışlıklara geçmek için farklı bir deneyim gerek. Anlatması zor.
Demek istediğim o rutin de öğretinin parçası olmasın sakın.
Sevgiler, selamlar
özgür
Değmez mi hiç? Yaşları kaç olursa olsun, sana ne yaşatırsa yaşatsın sonuna kadar değer. Koşulsuz ve karşılıksız sevgiyi yaşamanı sağlar çünkü, kutsal birşeyleri yüreğinde hissettirir.. İlahi yaratımın, sonsuzluğun eli değmiştir yüreğine ve öyle yüksek bir titreşimdir ki, onu bir kez hissedince bir daha sen eski sen olamazsın.
Nisan ve Güney'i (anneler gününde Büyükada pikniğinde tanımış bir teyzeleri olarak) güzel yanaklarından öpüyor, dünyalar güzeli anne- babalarına sevgilerimi gönderiyorum.
:)))
ayhhahahha keşke orada ben de olaymışım Ayşenim Queenim yaa, şu arkadaşın arkadaşına diyecek bi çift lafım benim de var.
Senin bi yazında şu görkemli İmparatorluğunuzun toplantı odasında (hani ölümlülere salonun halısı gibi görünen:) ) aileye küçük pembe, beyaz bi eleman alma kararınızı verdiğiniz zamanı hatırladım bi an... O zaman da bu 2 kendileri küçük, canları büyük 2 maymun piyasada yokken bile nasıl huzur kaplamıştı len içimi. Len demiştim nası bişeydir acaba sevdiğinle üreme kararı almak… e bi de sora bu 2 dünya güzeli geldiler aramıza, öncesi nasıldı onlar yokken ben bile unuttum… Sürekli ay be ay fotoğraflarını yüklediğiniz siteden gelişimlerini izledik aylarca. Anacım sonra güldüler, yürüdüler, konuştular, seçtiler, baktılar, istediler, sevdiler…….
Ay bak o arkadaşın arkadaşına diyeceklerimi bile unuttum len aklıma gelince Nisotumla Güneyim… Nisanla Güney haddini bildirir onun bi ara nası olsa ;)
Öz
köşe yazarı olabilirsin, yazı yeteneğini değerlendir bence
Zeynep Sezgi
Yorum Gönder