31 Ocak 2009 Cumartesi

Uzundur Bu Yollar Giderim Gözüm Kara # 2

4 kişilik bir aile olarak, güç bela da olsa mobil olabileceğimizi test edip onaylamıştık. Hem İsviçreli bilim adamları da çocuklarla gezmenin gayet de mümkün olduğu sonucuna ulaşmışlardı. Tabi "Sizin memleketin insanı soğukkanlı oluyor. Çocuklarınız da maşşallah pilli bebek gibi, düğmesine basınca susuyor, isteyince uyuyor" denmiyor elin bilim insanına. Biz de hayattaki pek çok laf gibi bunu da kıçından anladık ve gayet akdeniz insanı olan iki kaplan yavrusuyla biz, mobilin daniskasıyız diyerek teee Çemişgezek' e gitmeye karar verdik. Erdem Çemişgezekli. Talihin de bir oyunu mudur nedir tanıştığımız 10 insandan biri de Çemişgezekli çıkıyordu zaten. Herşey bir yana benim kütük gitti Çemişgezek'e, ben bizzat gidememişim hiç olur mu? Bir tatil haftası Yaşar dede Çemişgezek' e Babaannemizi ziyarete gitti. Biz de geliyoruz dedik.
O zamana kadar Nisan ve Güney konformistin önde gideni. Küçük popolar arabalar için olan bebek koltuğundan başka yer görmemiş, toplu taşımanın yanından geçmemiş, kafayı kaldırıp da uçağa bakmamış. İşte bu gezi vesilesi ile 1,5 yaşındayken taşıtlar ünitesinin doktorasını verdiler. 2007 yılının ağustosundan bir sabahta, ahir ömürlerinde ilk kez uyandırıldılar. Şaşkınlaştılar. Taksiye bindiler, oradan büyüklüğüne inanamadıkları Havaş otobüsüne, Ankara uçağına, oradan Elazığ uçağına, Elazığ' da şehir merkezine giden panelvana, Elazığ' dan Çemişgezek minibüsüne, Kayıkbaşı' ndan feribota...




Şunca yıldır şeklim hamilelik dışında değişmemişti. Erdem üniversitede bile saçlarını en fazla Nihat Doğan kadar uzatmıştı. Ama ne hikmetse Çemişgezek' e giderken, Erdem at kuyruklu ve küpeli idi ben ise saçlarımı turuncuya boyatmıştım. "Haaa kızıl yani" demeyin. Şu ders çalışırken önemli yerleri çizdiğimiz kalın uçlu keçelilerin turuncusuna boyattım. Fosforlu. 27 yaş krizi. Hala deliyim lağn haykırışı. Nisan ve Güney zaten karikatür. Çemişgezek' i sallayacağız diye korkuyorum, bilmiyorum ki Çemişgezek bir nevi Alaçatıdır, Çeşmedir, Kuşadasıdır.
Uçakta skylife dergisinin resimlerini o kadar uzun uzun ve yeniden yeniden anlattım ki çocuklara, şu an bile aklımdadır o renkli peynir topları, Kapadokya otelleri. Ama çıtlarını çıkarmadan, sadece meyve suyu dökerek, yemek tabağını yere atarak, yastıklara ayakla basarak, yani sakıncasız afacanlıklarla geçirdiler yolculuğu. Kayabaşı'nda feribota bindik. Güney feribotta bir abinin kucağına gitti kendiliğinden. İlk oluyordu bu. Tamam arkadaşlarımızı seviyorlardı, insana alışıktılar ama ilk kez kendi isteği ile, durduk yere, çağrılmadan gitti. Abi de direk, " Sen Güney misin? Erdem' in oğlan mısın?" dedi. Merhaba Çemişgezek dedim. Herkesin herkesi bildiği, her gelenin yolunun gözlendiği, bu yoldan gidenlerin varabileceği tek durak Çemişgezek. Her insanın her insanı tanıyor olmasının güveni, unuttuğumuz hemşerilik huzuru merhaba.
Ben sanırdım ki, Çemişgezek iki üç katlı betonarme evlerden ibarettir. Bir ağaçlık park vardır ve genç erkekler volta atmaktadır orada. Bizler ev gezmelerine gideceğiz ve akrabalarla tanışacağızdır. Oysa şunca yer gezdim, şunca insan, insanca ağırladı beni ama böylesini görmemiştim, tatmamıştım. Ben göze nedir bilmezdim, akarsuda yalınayak yürümemiştim. Çocuğumu bir başkasının kucağına verip de bir kadeh rakı içmemiştim daha.

Çemişgezekte bir ev bile bildiğim evlerden değildi. Kimi medreseydi, kimi yalı, kimi Safranbolu gibiydi, kimisi Birgi konağı. Gözlerimi alamadım medresenin televizyon ışığı yansıyan pencerelerinden. Babaanne evi de ayrı bir derya idi. Parlatılmış kavak ağacından bembeyaz merdivenler, parka bakan cam önünde sert yastıklar, oda içinde odalar, odalar, çok odalar. Duvarda nişler, niş içinde babaanne şekerlikleri, gümüşlükte torunların düğün resimleri. Çemişgezekte bir fincana sırtını dayamış bana gülen 23 yaşındaki Ayşen ve Erdem.
Ev parka bakıyordu. Parkta kocaman salıncaklar, ikili, tekli. Boy boy kaydıraklar. Kocaman park. Geceleri dolup dolup boşalıyor. Vardiyalı gibi misafirleri. Büyükler banklarda oturup laflıyor, çocuklar neşeli ve sanki çocuk gelişimi kitabının örnek resmi gibi tutarlı, mantıklı. Kendini yere atan, sümüğü yüzünün tozunda iz yapan yok.
Hemen parka çıktık ayağımızın tozuyla. Herkes tanıyor beni. Annemi soruyorlar. Tayini çıktı mı diyorlar. Benim akrabalarım. Özendiğim o geniş aile. Mahalleliler, babaannemizin ektiği komşuluğu biçiyorum. Çocuklar geliyor; o an ilk kez tanışıyorum. 10-12 yaşlarındalar. "Yenge, ben şunun gelininin kızıyım, bu da amcamın oğlu. Biz azıcık eğletelim mi sizin çocukları, izin verir misin? Hem sen azıcık oturup dinlenirsin." diyorlar. 1,5 senede bu cümleyi en olması gerektiği gibi kuran ilk kahraman onlar. Olur diyorum. Ve gerçekten öyle güzel eğletiyorlar ki çocukları, kahkaları çınlıyor. İçim rahat, kaydıraktan tutarak kaydırıyorlar, salıncağı usul usul sallıyorlar, cee eee yapıyorlar, ayı, yıldızı, kaydırağı söyletmeye, abla, abi dedirtmeye çalışıyorlar.

Gece, ay ışığında, beyaz sabun kokulu çarşafta, panzer zincirinin takırtısına rağmen, huzurla uyuyoruz. Kahvaltıya Yaşar dede Yağlı ekmek diye benden 3 michelin yıldızı alan bir ekmek getiriyor fırından. İçine tereyağ sürüyoruz, köy peyniri koyuyoruz, halis bal yediriyorum çocuklara. Doğal yumurta amma da büyükmüş şaşıyorum, yumurtanın gerçek boyutunu unutmuş olmama daha çok şaşıyorum.

Baba ( Yaşar Dedesi Nisanla Güney' in) bize Çemişgezek turu yaptırıyor. İn deliklerini gösteriyor, Erdem' in merdiveninden düştüğü eski evi, ilk görev yaptıkları okul, anneannemizin evi, her evden birileri hoşgeldiniz diyor, bize de gelin diyor, gidiyoruz.

Araba ayarlamış baba, gıdik etinden güveç yaptırmış fırına, babaanneyi, güveci alıp çaybağına gidiyoruz. Bir tanıdığın bağ evinin önündeki banka çöküyoruz.

Gıdik dediğin keçi. Ama bu et, güveçte öyle lezzetli ki, biberi, domatesi o kadar pişmeye rağmen hala mis gibi kokuyor. Ekmeğimiz kofti ekmek değil, mis gibi köy ekmeği.

Ben hiç göze görmemiştim. Çayın kaynağı göze, suyun topraktan çıktığı yer. Suyun en temiz en saf hali. Öyle de lezzetli ki bir ömür daha da ne kola sürersin ağzına ne bira, evin o gözenin yanında olsa. Öyle piknikte üşenecek ne var? Tabak mı kirlendi? Sok çaya yıka, su pırıl pırıl. Susadın mı bardağı daldır gözeye iç. Ben sekiyorum yosunlu taşlarda uzun eteğimle, elimde su şişesi ile, baba ardımdan "bakın hele benim güzel kızıma" diyor. Kayınbabam, babam o an gurur duyuyor benimle, anlıyorum. Babaanneme bakışından okuyorum " işte benim gelinim anne" der gibi bakıyor. Düşmüyorum şükür ben.


Çocukları soyuyoruz, altlarında bez sadece. Ellerine taş veriyoruz. Saatlerce taş atıyorlar suya. "Deddeee daaaş daaaaş" Çocuklarım konuşmayı öğreniyor Çaybağında.

Gitmeye yakın çöpümüzü yakıp temizlemek istiyoruz ama elimizde taşı olmayan bir çakmak bir de gazı olmayan çakmak var. Başaramıyoruz. Bağ evinin camsız penceresinden uzun dallar sokup küçük tüpü kenara yaklaştırıp oradan ateş yakmayı tam başarıyoruz ki, bu ne açıdan bakarsanız acaip görünen çabamızın tam neticesini alacakken, bağevinin sahibi Sami Abiler geliyor.

Kimse niyeti sorgulamıyor Çemişgezekte. Çay koyuyor bize Yenge. Torunları İrem 5-6 yaşlarında. Alıyor çocuklarımı, kumluk alana eğletmeye götürüyor. Keklikleri gösteriyor Nisan ve Güney'e. Nisan ve Güney çamur ve toz içinde. Memişlerine kadar karpuz suyu iz yapmış tozlu vücutlarında yol yol. Miniş ayaklar kırışmış suyun içinde, ha keza eller de. Saçlar kum içinde. Ama mutluluktan bayılmak üzereler.



Akşam babaannenin kurnalı banyosunda bol suyla yuğuyorum ikisini, paklıyorum.Yine parka çıkmak istiyorlar. Dedeleri, sapından tutup ittirince çıngır mıngır yapan tekerleklerden almış. Çocuklarla paylaşıyorlar oyuncaklarını. Amma çok ilke sebep oldu burası diyorum kendime.

Akşam herkes uyuyunca, o parka bakan camın önünde, kahve yapıyorum kocama, birlikte kahve sigara keyfi yapalım diye. Cam ikinci katta, alçakta, yere oturunca göğüs hizasına geliyor insanın. Sokaktan geçeni görmek için eğilmeye gerek yok, ama sokaktan geçen seni görmek için kafayı bayağı bir kaldırmak zorunda. İşte ben kahveyi uzatmak için eğilince dışarıda bir adamın kafasını görüyorum ve donuyorum. Adamı o kadar net görmek için adamın 3 metre boyunda olması lazım. Sonra panzerin ucunu görüyorum elimin değeceği mesefade. Adam "iyi geceler, Fatma Abla'ya selamlar" diyor, panzer gidiyor. Daha 1 saat önce askılı bluz giymiş kızlarla, şortlu gençler karışık gruplar halinde geziyordu dışarıda, kadınkadına tempolu yürüyüş yapanlar, birkaç aile birlikte aheste gezenler vardı bu yolda. Daha demin burası Bodrum çarşısı gibiydi.

Hayat ne garip, insan hep aynı aslında. Hani mesela Filistin' de insanlar ölüyor ya, biz itiraf etmesek de sanıyoruz ki onlar yakın olduğunu biliyor ölüme, hani bir anne çocuk doğururken erken öleceğini bilerek doğuruyor, bir nefer daha yetiştirmek adına. Değil aslında. Her ana aynı aşkla seviyor çocuğunu ve nerede olursa olsun hep keyif alabilmek için yaşıyor insanlar. Aşk da oluyor mermi vızıltısında, doğum da, saz da söz de. Olmazsa zaten yaşamak için mücadele etmek anlamsız. Mayın üstünde yatsan da, ölüm hep aynı uzaklıkta sanıyor insan, ipek yatakta yatana olduğu kadar uzakta sanıyor.

Hayat panzere rağmen güzel, alışılmış, keyifli Çemişgezek' te. Huzurlu, ılık, ağaç kokulu, ayışığı, kahkaha sesi dolu gecelere uyuyor, taptaze sabahlara uyanıyoruz en alaca aydınlık saatlerde.

Ertesi gün Oğuz Abi davet ediyor bizi, sabahı gezerek geçiriyoruz. Kader Ablalara gidiyoruz. Nefise Abla da orada.Çocuklar gene kucaktan kucağa. Bir tek Çemişgezekte insanlar sıraya giriyor çocuklara bakmak için. Bir amaç onları sevmekse diğeri de bizi dinlendirmek ve doğruya doğru en çok da Çemişgezekte dinleniyorum. Öğleden sonra evden araba ile aldırıyor bizi Oğuz Abi. Ben kendimi valiyi ziyarete giden kardeş şehir belediye başkanı gibi hissediyorum.

Bizi cennete götürüyor Oğuz Abi, Santral denen yerdeyiz. Bağ altında, çayın kenarındayız. Etraf yemyeşil, yeşil suya yansıyor. Su tarihi bir köprünün altından akıyor. Ve ben bu manzarayı ne avrupa manzaralı takvimlerde, ne de doğadan yağlıboya resimler kataloğunda görmedim.

Bir de hiç o günkü kadar çok mangalda et yemedim. Yenge bir masa kurmuş ki o kadar olur. Mezeleri tatsam doyacağım, tatmasam meraktan çatlayacağım. Rakının suyu da gözeden ki, tadına doyulmuyor. Çemişgezekte herkesin yanında, çocuklardan uzakta olmak kaydıyla gelinler sigara ve rakı içebiliyor.
Ben diyorum ki, "Abi ben kenarda çocukların yanında oturayım ki, onları yedireyim, oynatayım." Oğuz Abi diyor ki " Yengeciğim, sen şu manzarada ağız tadıyla yemeğini yiyip rakını içemezsen ben ne anlarım seni ağırlamaktan. Sen gel benim oğlanlar ilgilenir onlarla." Nerede görülmüş 13 ve 19 yaşında iki erkek 1,5 yaşında ikiz çocuk oyalayabilsin? Çemişgezek' te görüldü.

Ve bu kadın da ayağını soktu çayın buz gibi suyuna, telledi sigarasını, dikti sek rakısını, perperine ekmek bandı, pirzola sıyırdı, kocasına sarıldı.

Akşam bizi meydana bıraktılar. Şansımıza şenlik vardı o gün. Urfa' dan sıra gecesine gelmişlerdi. Bir de baktık Nefise Abla, kızları, oğlu. Hooop çocuklar gene kucaktan kucağa. Tam Güney Nefise Abla' nın kucağında gazoz şişesi ile oynarken Anne aradı. O ara İstanbul' da büyükdede rahatsız, onun yanında. Geçmiş olsuna misafirler gelmiş. Telefonu kucağında annemin torunu olan Nefise Abla' ya veriyorum, telefonun öbür ucunda da anne, Nefise Abla' nın torununu tutuyor kucağında. Kilometrelerin ne anlamı var ki o saniyede? Kaç kere yaşanır o an, 4 farklı şehirde yaşayan 4 farklı aile arasında?

Son günümüzde İsmet Abi ki Kardelen kasabının sahibi kendisi, bizi öyle bir yere pikniğe götürüyor ki, görünce diyorum " dünya burada bitiyor sanki" Dağın taşın bittiği yer orası. Böyle tırmansan dağa, ardına baksan uzayı göreceksin sanki.

Araba girmez yollardan yürüyoruz ulaşabilmek için. Çaya girip çıkıyoruz. Yol boyu koca bir leğen taşıyor İsmet Abi. Bir bildiği vardır diye sormuyorum. Çayın iki kola ayrıldığı, aslında o çayın asıl başladığı yere varıyoruz. Ben dünyanın bittiği yerdeyiz sanırken yakınlardan bağlama ve davul zurna sesi geliyor. Nasıl oluyorsa hafta içi ya da sonu farketmiyor. çay boyunca hep birileri piknikte.
O leğen çocuklar içinmiş. Dolduruyoruz suyla. Çocuklar çimiyor içinde, suya taş atıyorlar, şişeye su dolduruyorlar. Sonra İsmet abi, taşlar arasında bir ateş yakıp, üzerinde sadece kekik dökülmüş bir et pişiriyor. Et pişmaniye kıvamında dağılıyor ağızda. Çocuklar Erdem' in elinin iki katı büyüklüğünde et yiyiyorlar, ben ise yediğimi söylemeye utanıyorum. Petek bal getirmiş İsmet Abi, Bir koca peteği de hiç ediyoruz 3 kişi. Ben o güne dek bal yememişim.

Ertesi gün, Erdem' i askere uğurladığım günden sonra ilk kez ağlıyorum bir vedada. Babaanneye sıkı sıkı sarılıyorum. Eve dönüp dönüp bir daha bakıyorum. Bir daha gelmek isterim ama hiçbir ziyaret bu denli güzel olmayacak biliyorum. İlkler hep güzeldir, özeldir
Dönüşte, uçakta başıma ağrı giriyor. Üzüldüm sanırım. Erdem ikizleri yanına alıyor. Yemek yediriyor. Susmadan masal anlatıyor, müzik dinletiyor.
Havaalanında bir adam durduruyor bizi inince.
Erdem' e diyor ki " Beyefendi rahatsız ediyorum ama, ben de iki çocuk babasıyım ama sizin gibisini hiç görmedim. Siz benim gördüğüm en ilgili, en sabırlı babasınız. Benim olamayacağım kadar iyisiniz. Tebrik etmek istedim" diyor. El sıkışıyorlar. Hepimizin gözü doluyor.
Ayşe Arman gibi olacak ama, sevgilimi seviyorum. Aileme aşığım. Yaşadığım coğrafyayı, kütüğümü, yeni akrabalarımı seviyorum. Çocuklarıma "biliyor musunuz siz 1,5 yaşındayken biz Çemişgezek' e gittik, çayda çimdik, yüzdük" diyebilecek olmayı seviyorum.

Yaşar Babamın yüzündeki o mutluluk ve huzur ifadesini görmüş olmayı seviyorum.

O Çemişgezek' ten yeni nesil bir Aksakal Ailesi geçti demek isterdim ama o denli bir hayal ülkesiydi ki Çemişgezek, bizim hayatımızdan bir Çemişgezek rüyası geçti diyebiliyorum en çok.

Gitmesek de görmesek de o köy bizim köyümüz şarkısı yok artık.

İçinde Munzur aşkı geçen her şarkı var, şu Dersim' in dağlarına yazılan türküler var.


Acı Not: Bir Müfit Amca vardı. Erdem' in büyük amcası. Dedesinin kardeşi. Çemişgezek gezisinin en renkli insanı idi. Öperim öperim derdi, iki eliyle el sallardı, yolumuza çıkıp "size döner dürüm yaptıram" derdi. Neşesi, güleryüzü, o yaşında o enerjisi anlatılamazdı. Anlatamadım zaten. Kaybettik Müfit Amca' yı. Onu yazamadım. Elim varmadı. Ama anmadan geçmek de Çemişgezek'e ayıptı. O hep Çemişgezek' te kalsın istedim. Kameraya çekmişim de bir resmini çekmemişim Müfit Amca' nın. O renkli sima, satır arasında siyah renkli bir cümle olarak kalmasın dedim. Rahat uyusun. Gülücüğü hepimize bulaşsın, o yaşımıza değin dilerim bizi bırakmasın.

14 Ocak 2009 Çarşamba

Betonite

İkiz çocuklarımız olacağını, hele de bir kız bir erkek olacağını öğrendiğimiz andan itibaren seçilmiş insanlar olduğumuzu sandık. Daha iyisi olamazdı. Mucizeyse, evet buydu. Sağdan soldan gelen "Ayy sizin de işiniz zor"cuları savuşturuyorduk. Nedir ki, daha ötesi bir mutluluk mu var niye manyak gibi kötümserleşiyoruz?

Bu diyalogların üzerinden aşağı yukarı 3,5 sene geçti. Bu 3,5 senenin pek azında, çocuklarımdan birisiyle dingin başbaşa bir vakit geçirebildim. İki şehir, on bakıcı, bolca telaş, hep kaos arasında anne ve/veya babasıyla başbaşa kalıp zevkten mayışan bir çocuk figürü pek az göründü. Ve anladım ki, birbuçuk milyon güzel yönüne rağmen ikizeşi olmak (Nisan ve Güney doğduğu gün öğrenmiştim bu kelimeyi. Doktor, raporunda çocukların herbirini ikizeşi sıfatıyla betimliyordu) çocuk için biraz da şanssızlık. Anne başta olmak üzere herşeyi paylaşmak, başbaşa kalmak, yalnızlık yok hayatında.

Bu bitmeyen hareketin, kaosun ve kalabalığın hayatımızdaki ana etkisi de şu oldu arkadaşım. Yapmak istediklerimiz, çocukların yapmak istedikleri ve yapılması gerekenlere yetişemedik. Gücümüz, birisi oyun hamuru oynamak isterken öbürü yatak odasındaki battaniyeleri getirip çadır kurmak isteyen ve bunları yaparken evi deli gibi dağıtmaktan zevk alan iki çocuk+ birisi çocuklara bir kitaptan masal okumak isterken öbürü parmak boyası yaptırmak isteyen ama çocukların özgürce evde takılmalarına mani olmak istemeyen anne baba + pek sağlıklı ürünler almak üzere gidilmesi gereken market, pişmesi gereken bol vitaminli yemek, toplanıp huzurlu hale getirilmesi gereken zıvanadan çıkmış bir ev'in tümüne yetemedi.

Şöyle anne çocuğuyla başbaşa bir alışverişe gitsin, baba sakince çocuğunu salıncakta sallasın olmadı. Yerine gözlerimi bukalemun gibi ikisi iki ayrı yöne bakacak biçimde belertmeyi öğrendim, iki kucakta iki çocuk varken market arabası sürmeyi başardım, iki kulağımla iki ayrı monoloğu dinleyip beynimin bir lobuyla ona bir lobuyla öbürüne yanıt hazırladım. Özgür ruhlu olsunlar istedik, paylaşmak zorunda oldukları için hiç bir şeyden mahrum kalmasınlar, her sorularına fazlasıyla doyurucu yanıt alsınlar, çocukların genelinden fazla haklara sahip olsunlar istedik. Bu sefer de, o özgür ruh-o anarşist tavır geldi karşısındaki tek otorite olan bizi vurdu iyi mi?

Pek zekiler tü tü tü maşallah, biliyorlar-yapıyorlar-diziyorlar-kuruyorlar. Ama nereden bilelim verdiğimiz "sözle ikna" sanatının gelip bizi vuracağını. Hareket, heyecan, macera gırla bizim evde. Ama otorite yok. Yani anne-baba otoritesi yok. Tek hakim Nisan ve Güney, şikayet değil kat'a, gizli bir gurur hatta. Ama durum ne derseniz beton gibi otorite görüyorum çocuklarımdan, anam babamdan görmediğim bir hakimiyet. Yine de insaflılar canım, Ayşen'le iki kelime konuştuğumuz oluyor akşamları falan. Betonite betonite betonite bu.