12 Ağustos 2013 Pazartesi

Bir Hikayeyi Yaşamak


Erdem Şenocak hayattaki en eski dostlarımdan. Yirmiküsür sene önce aynı sırayı paylaştığım, birlikte çok güldüğüm, dönem dönem göremesem de hep haber aldığım cinsten. Hani bu kadar yılın üzerine diyebilirim ki, ne yaparsa iyi yapanlardan. Başta bir kere resmi ağız kullanıp isim-soyad yazdım ama kendisi benim için lakabı, gülen yüzü, üslubuyla Şen'dir. Bunca yıldır Şen dedim, bundan sonra da öyle diyeceğim.
Şen, uzun süredir Seyyar Sahne'de tiyatro yapıyor. Özellikle tek başına sergilediği Oğuz Atay'ın Tehlikeli Oyunlar'ı yaygın bir çevre için bir fenomene dönüştü. Şen, sesi-bedeni-hareketleri-salıncaklarıyla iki saatten uzun bir performansla binlerce kişiyi büyülüyor uzun süredir.
Seyyar Sahne, iki yıldır çalışmalarını yeni bir boyuta taşıdı ve Şirince'de kocaman bir arazide Tiyatro Medresesi'ni kurdu. Tiyatro, sahne sanatları, edebiyat, müzik alanında üretimi, söyleyecek sözü olan bir çok insanın artık yaz planında bir yerlerde Şirince'den geçmek var. Komşusu olduğu Ali Nesin'in Matematik Köyü ve Tiyatro Medresesi'nde soluduğum ortak hava şu. Dünyayı yaşanabilecek bir cennete çeviremiyorsan (dönem dönem denemekle birlikte tam başardığımız söylenemez) o zaman dönüştürebileceğin büyüklükte bir alanda bir cennet yarat.
İki yıldır yolumuzu bir şekilde düşürüyoruz Tiyatro Medresesi'ne. Bu yıl da Nazlı Çevik'in düzenlediği Hikaye Anlatıcılığı Atölyesi'ne katıldık. Zaten Şirince gibi, kimilerine göre kıyametin dahi dokunmayacağı bir köşesinde dünyanın, zeytin ağaçları ve müthiş medrese mimarisiyle bir aradayken etkileniyor, içinde biriktirdiğin ne varsa sanata dönüştürmek için çıldırıyorsun. Bu atölyeye de binbir beklenti, biniki heyecan, bir kaç yakın dost ve Nisan&Güney ile koşa koşa gittik Temmuz başında.
Birinci sınıftan mezun, okuma-yazmada ileri seviye, hareketlilikte uzman Nisan ve Güney'in, neredeyse sonsuzluğun ortasında, katılımcılarının yaş ortalaması kendilerinin üç katı yaşta bir insan grubuyla dört günlük performansından çok da emin olamadık gitmeden önce. Çocuk bu, sıkılmasın? Ama Nazlı'nın kurguladığı atölye o kadar çekiciydi ki, Nisan ve Güney de 16 kişilik ekibin bir parçası olup neredeyse tüm çalışmalara katıldılar bizimle. O kadar heyecan vericiydi ki Ege sıcağının göbeğinde gölge ve çimen kokan, sanki yüzyıllar öncesinden gelen bir tarihi andıran bir ortamda 7 yaşındaki çocuklarımla gözü kapalı resimler boyamak, dinleyiciyi kalbinden yakalayacak kelimeler arayıp, kimi zaman da kan-ter içinde zıplamak. Tadı damağımızda kaldı.
Üreten insan güzelleşiyor. O kadar çok kişiden, o kadar güzel hikayeler duydum dört gün içinde; o kadar az uyumak istedim ki.(Peki, çadırlarımız biraz güneş alıyordu zaten erken kalkıyorduk.)
Nisan bir köşede hayallerini anlatır, Güney öbür köşede üniversiteli arkadaşlarıyla sohbet eder. Bakarsın zeytin ağacının dibinde yavru kedileri Zeytin ve İncir'e yuva yaparlar, Güney çim alanda futbol figürleri sergiler, Nisan hep birlikte hazırlanan yemeğin sofrasını düzenliyor. Şirince karanlığında teleskopla yıldız mı izlemedik, medreseye giden yoldaki taş duvarın kertenkelelerini mi saymadık? Dört günde, dört ömürlük hikaye anlattık, dinledik, yaşadık.
Biz Ayşen'le çok dost edindik, Nisan ve Güney çok büyüdü. Çok okudu, yazdı, çizdi, öğrendi. Hikayeler anlatıla anlatıla dünyayı değiştirdi.

27 Şubat 2013 Çarşamba

Bir Kenara Yaz



Ne zormuş sıfırdan birisinin öğrenmesine şahit olmak, ne kadar da mucizevi. Vücudumuz, elimiz, dilimizle ne kadar da ince hareketler yapıyormuşuz, ne çokmuş bunun sayısı. Elin doluyken poponla kapı kapatmayı, oturmadan önce masa ve sandalye arasındaki mesafeyi doğru ayarlamayı, çorba içerken kaşığın altından damlamasın diye kaşığı hafifçe kasenin altına sıyırmayı, duş alırken sıcakla soğuk arası o nefis dengeyi sağlamak için armatürle ince ayar yapmayı bir çocuğa tarif etmek nasıl da mücadele işiymiş. İlk 6 sene, Nisan ve Güney'e fiziksel olarak öğretebildiklerimiz insanın doğaya ve yerçekimine karşı savaşının ince taktikleriydi. Duygusal boyutu, insan sevgisini, saygıyı, güveni, cesareti, nezaketi, adaleti, merhameti saymazsak. Saygıyı öğretirken Behzat Ç'deki Ercüment manyağına hak verdiğim anlar oluyor, dünyadaki saygısızlığın boyutunu gördükçe. Ne mallar var, bunların gerçekliğini nasıl anlatırsın o pürüzsüz duyguların sahibine?  Ben ne kadar öğrenmişim ki, haddimi aşıp başkasına anlatayım. Bambaşka bir konu.

Fiziksel ve duygusal boyutun yanında, okulla birlikte (ki günümüz çocukları bir şekilde 3 yaşından itibaren okullu oluyor) beyinsel öğretiler girdi hayatımıza. Renkleri, hayvanları öğrendiler, resim yapmayı. Sesleri, kelimeleri, pek az İngilizce kelimeyi. Saymayı, sayılmayı. Einstein mı kim demişti artık beynimizin şu kadarda birini kullanıyoruz diye.Doğru gibi görünüyor buradan. Gerçekten olağanüstü, ne verirsen onu yerleştirecek bir alan buluyor çocuk beyni. Bir de hazırda yanıtını senin bile bilmediğin soruları var beyninde. Sonsuz bir yetenekte her çocuk. Öyle tabi, neyle neyi kıyaslayacaksın? Her çocuk başka bir renk. Bambaşka bilgiler için bambaşka alanlar var her birinin beyninde. Ve biz okul eğitimiyle hepsinin o farklı kıvrımlardaki beyinlerini aynı örtüyle kapatıyor, öğrettik diyoruz. Burası da acı kısmı.

Aşağı yukarı 6 ay oldu Nisan ve Güney okullu; ilkokullu olalı. İnanılmaz dolu bir gündemleri, harika arkadaşları, çizginin çok ötesinde bir öğretmenleri var. Gerçek dünyanın zorluklarından kaçmadan, pisliğine bulaşmadan gerçek dünyaya girdiler. Bizim çocuklarımız olmaktan çok öte sıfatları var artık. Geri dönüşüm kutusuna atmak üzere biriktirdikleri çöpleri, bitirilecek ödevleri, okuyup sevdikleri kitapları, teneffüsteki futbol maçında yedikleri golden kelli hayal kırıklıkları, bizden sakladıkları gönül ilişkileri var. En önemlisi de harfleri ve satırları var. Kendi dünyalarını anlatmaya doyamayan iki çocuk, içlerine sığamıyor yazıyor da yazıyorlar. Evin her köşesi, defterlerinin her sayfası notlarla, şiirlerle, hikayelerle dolu. Her an her kapının altından sürpriz bir hikaye gelebilir. Her gün sevdiğinden mektup alan aşıklar gibiyiz. Günde beş kere hatta. Üretmek için yanıp tutuşan, bundan zevk alan  bir anne-babanın; üretmekten bıkmayan çocukları diyebiliriz başka hiç bir şey diyemiyorsak. Bu gece huzurla uyumak için bir neden daha çıktı bana. Pek ala.