29 Haziran 2010 Salı

Basit Makineler

Kaldıraç, makara, eğik düzlem falan işte basit makine dediğimiz. İlkokul, ortaokul günlerinin flaşlarından. Eğer ki ikiz çocuğun varsa (hadi tek çocukta da bir yere kadar kabul ederim) ömür basit ve basitin bir üstü makine üzerinde geçiyor. Hayatı kolaylaştırma, elleri boşaltma çabası işte.İkiz arabası hususundaki görüşlerimi paylaşmıştım Chicco yazısında. Bu postu da bebek arabası üzerine yazma sözü verdim, zira anlatacaklarım var.
Bir sonraki yazının konusunu inceden ifşa etmek fena olmuyor. Bir taahhüt yaratıyor, insanın aklını topluyor. Dan Brown'dan, Aşk-ı Memnu'nun senaristlerinden öğrendik bu ayarları ;) Müteakip yazı Frenk diyarına bir güzelleme olacaktır efendim. Bilginize;
1 Mayıs'ta depodan çıkardık dedim ya ikiz bebek arabasını, aslında o bizim daha portatif anlar için kullandığımız küçük ikiz arabamızdı. Tatilde falan çok işe yarardı. Hafif, küçük, baston "stayla" bir ikiz arabası. Kelepir kapatmıştım Kemeraltı'ndan yıllar önce laf aramızda.
Bir haftalığına Paris Komünü'nün havasını solumaya giderken Ayşen ısrar etti "Gel şu iki arabadan birini tamir ettirelim, orada çok faydası olur." Gücüm yettiğince direndim, karşı çıktım "Hayatta da taşımam, büyüdüler hem, yürüsünler, alışırlar, araba bize yük olur, vesvese
yüvesvisü..." Sonunu söyleyeyim burda, n'olacak, Dan Brown kadar para kaldırmıyorum bu işten. Haksız çıktım. Badem oldum.
Fransa seyahatinden bir gün önce Ayşen, anne ve babasına bir biçimde tamir ettirtmiş küçük ikiz arabasını. Bir iki perçini kırılmıştı, oralara bir şeyler takmış bir bisikletçi mi neciyse artık. Araba iş görüyordu. Ben de bu kadar koordinasyonu görmezden gelemedim, yüklendim arabayı.
Çocuk sahibi olmayanlar bilmez, puset tarzı ekipmana ait özel bir uygulama var uçaklarda. Tıpkı el bagajı gibi son ana kadar elinde tutabiliyor, çocuğunu gezdirebiliyorsun uçağa binene değin. Ama puset benzeri materyal kabin içine almak için fazla büyük ve şekilsiz olduğundan tam uçağın kapısında hostesler "merhaba" derken, oradaki bir görevliye veriyorsun puseti bagaja bir yere koyuyor. Ne el bagajı ne de "normal" bagaj muamelesi. Biseksüel bir tarz, araf bir ortam pusetinki. Biz de uçağa binerken teslim ettik puseti, uçaktan iner inmez almak üzere.
Üç küsür saatlik yolculuğun sonunda, Bienvenue France'mi artık neyse, Fransa'ya hoşgeldiniz.
Kapıdaki görevlilerin İngilizce bilmemesini geçtim, THY'nin hostesleri bile Türkçe'yi unuttu. Öylesine bir iletişim problemi. Puset nanay oldu. Hala "ben bilirim"lerdeyim. Ne gerek veradı be Ayşenello taşıdık buralara, hayırlısı oldu kayboldu, zayi oldu. Oh.
Hayatımda ilk gördüm CDG havaalanında bagajları almaya gittik, bagaj hattında rötar yazdı. Siz geldiniz, sağ salim indiniz ama bagajlar 20 dakka takılacak süretecek bi yerlerde dediler kibarca. Bekledik biz de.
Bagaj geldi, bavul geldi, çuval, valiz ne varsa geldi. Bizim ikiz puseti yok. Allahtan bir aile daha bekliyor onlarla birlikte durduk biz de. Artık ben anlatmaktan sıkıldım, sonunda kavuştuk basit makinemize.
Sonra ver elini Paris. Ve Paris'in dördüncü dakikasında tüm artistiklerimi yuttum. Euro'nun geçerli olduğu bir medeniyetteysen, yani kaldırımlar geniş, yani arabalar saygılıysa; bebek arabası hayat kurtarır. Rahatça akar gidersin, çocuklar yorulmaz, sen sürtersin. İkna oldum bu basit makinenin nimetine. Çocuklar boyunlarını zor yerleştirse de uyumayı başardılar. Yorulduklarında dinlendiler, enerjim fazla geldiğinde son sürat koştum puseti ite ite....
Ta ki....Yılmaz Güney ve Ahmet Kaya'nın Pere Lachaise'deki mezarlarını ziyarete gidene kadar. Kabristan her yerde kabristan herhalde. Zemin engebeli, bebek arabasının en fazla yük binen noktası bir yerde kırılıverdi. Orada bile arıza ben. Atalım gitsincilik yaptım. Ayşen direndi.
Bundan sonrası gerçek hikaye işte. Paris'in sokağında, barında, Disney'inde, landında, kafe'sinde, kümesinde kah inşaattan plastik kablo bağı araklayan, Cezayirli bakkaldan keten ip dilenen, yerden vida toplayan, çilingire dert anlatan ve an be an arabanın patlayan bir vidasını toplamaya çalışan biz çılgın Türkler.
Gerisini görsel anlatayım, sonu trajik. Paris'te, gurbette bir çöp tenekesi yanında sonlanmış bir hayat. Hakkımızı çoktan helal ettik sana ey Kemeraltı işi küçük puset, çok yükümüzü taşıdın, sen de bize edecek misin?





28 Haziran 2010 Pazartesi

Yepyeni Bir Hayat Gelir

Önce özeleştiri. Düzenli yazmak bir meziyet ya da bir görev. Ne olduğunu bilmesem de, her zaman yakalayamadığım bir ritmi var bu işin. Her yazdığına bir kulp takmayı görev bildiğimiz Hıncal'ı, Özkök'ü, Oray Eğin'i başarıyor; ben başaramıyorum. Sebep aramayacağım, mazeret didiklemeyeceğim ama düzenli yazmayı deneyeceğim. Hep. Söz.
15 sene olmuş baharı ilk kez meydanda karşıladığımızdan beri. Hayatımın yarısı miting alanlarında geçti desem yalan olmayacak. Dayağı, ses kısılmasını, copu, biber gazını öğrendiysek de; kalan iz ne geniz yanması, ne sırtta morluk. Onur, gurur, gelenek, kardeşlik kazanıyor günün sonunda.
2007-2008 ve 2009 1 Mayıs'ında yaşanan şiddet, çocuklu bir aile olarak katılmamızı engelledi açıkçası. Taksim ısrarını gönülden desteklesek de, maaile orada olamadık. O zaman ilk teşekkür, üç senedir canla, dirençle Taksim diye bastıran tüm dostlara. Tarihi yazdınız, tarihe yazıldınız. Tarihçiler not etmiyorsa da ben buraya yazıyorum.
1 Mayıs'ta Taksim'de bulunan her rengi anlayabiliyorum sanırım. Hayatta övündüğüm üç-beş meziyetten birisi. Şu dergi neci, bunlar kimden ayrılanlar, e eşicnseller niye bölünmüş, anarşistler girmeyecek mi meydana sorularını ve yanıtlarını az çok takip ediyorum, dinlemeye çalışıyorum. Biz de küçük ailemiz artı ortaboy çevremiz olarak orada bir renktik. Ve ne güzel ki 1 Mayıs alanında, dünyanın herhangi bir yerinde olduğundan daha fazla biz de anlaşılıyorduk.
Nisan'ın Paris Hilton Tarzı'ndan, Güney'in her gördüğünü istemesine, sloganlara yarım yamalak eşlik etmelerinden, Harbiye TRT önündeki yeşillikte çiçek toplamalarına, on dakika çılgınca koşup (Osmanbey'i komple transit geçtik) yarım saat bomboş durmalarına kadar manasız görünen her stili "insan doğası" "çocuktur olacak tabi" diyerek anlayan 1 Mayıs 2010 katılımcılarına da binlerce teşekkür.
Nasıl ki 1 Mayıs'a çıkarken insanlar sandıktan bayrak-pankart çıkarırsa biz de apartmanın altındaki depodan Nisan ve Güney'in bebek arabasını çıkardık, iki senedir binmedikleri. Lojistik kolaylık dedik, koşarız dedik, dinlenirler dedik. İyi demişiz. Bir sonraki post arabayla ilgili bu arada ;)
Üçüncü teşekkürü de isim isim verelim, Remzi-Derya(+Çınar)-Savaş-Murat-Fatmagül-Oya. İyi ki oradalardı, Nisan ve Güney 1 Mayıs'ı hatırlayacaklarsa, oradaki renkler kadar dostlarla da hatırlayacaklar. Çocuklar sıradışı olayları ve sevdikleri insanları dayanak yaparak hafızalarını diri tutuyorlar. Ha bir de sürpriz bir tanıdık, bu blogun takipçilerinden Emek. Nisan ve Güney'i Şişli'de koşarken tanıdı. Müthiş mobilitemizin ortasında onbeş saniye diyalog kurabilmiş olsak da kendisiyle; günün en güzel sürpriziydi bize.
Kabotaj Bayramı'nın haftasına 1 Mayıs yazısı yazıp da, şu şenlikliydi, bu kitleseldi demek komik kaçacak. Ama 1 Mayıs 2010'da Taksim'de ne varsa güzeldi. Nisan ve Güney zaten güzeller :)
Gazeteci değilim yarın öbürgün belgesel yapayım ama, N&G olur ya belki gazeteciliği seçerler. Oradaydım derler tarih tartışıladururken. O yüzden kanıtı buraya kazımakta fayda var.
"Çocukla 1 Mayıs'a gidilir mi?" diyenlere Ayşen'in bir yanıtı vardı, onunla bitireyim.
"Merak etmeyin onları kollayabiliyoruz ve biz çocuklarımıza her anlamda güzel bir gelecek bırakmak için uğraşıyoruz."