21 Kasım 2011 Pazartesi

Vay Seni İber-i-a


(Kasım'da başladığım bir yazıyı şimdi bitirebiliyorum, okuyucuya olan saygımız cümlesini kullanmanın tam zamanı)
Nisan ve Güney'le yurtdışına gitmeye, Nisan'ın tabiriyle, ba-yı-lı-yo-rum. Bir vesile bu sefer de yolumuz İspanya'ya düştü ailece. Birinci durağımız Madrid'den beklentilerimiz şuydu. Yolda tesadüfen Arda Turan ile karşılaşmak, Sol meydanında Sol yumruk havada poz vermek ve Guernica'yı görmek. Arda, milli maç arasından ötürü Türkiye'deydi denk gelemedik, Sol meydanında çektirdiğimiz fotoların olduğu telefon çalındı, Guernica'yı da ailenin ben hariç geri kalanları gördü.
Yine de geziye damgasını vuran İberia oldu.

Önce Madrid'e indik. Nisan'ın İspanya'ya giderken 5 kelime İspanyolca öğrenme hedefi vardı, demek oluyor ki öncesinde hiçbirimiz zerre İspanyolca bilmiyormuşuz. Taksici bilmezliğimizi umursamadı. İspanyolca anlata anlata yola çıktı. Gitmek istediğimiz yer Madrid'de stüdyo bir ev. Öyle bir yer ayarlamışız 5 günlüğüne, otel motel değil. Seyahatin en başında gideceğimiz yerin görevlisiyle taksiciyi konuşturduk ki çözsünler kendi meşreplerince. Yine de Google Maps'ten takip ediyorum ben inceden - doğru yolda mıyız diye. Bir ara uzaklaşır gibi olduğumuzu düşündüm ve taksiciye o hayat değiştiren iki kelimeyi söyledim.

"Adress..OK?"

Dememle birlikte dayı frene asıldı, durup tam sağ yaptı ve bambaşka bir tarafa gitmeye başladı. "Oooo Andres Otel" diyerek konuşmaya başladı. Anlamıyorum ama muhtemelen "Andres Otel'e gittiğinizi niye söylemediniz. Ben sizi Ziverbey'den götürüyorum. Andres Otel dedin mi E-5'ten gidecektik. Bu saatte minibüs caddesinde çok trafik vardır, niye soktunuz beni buraya. Peşin peşin söylesene Andres Otel'i. Ohooo Andres Otel'miş ya.." diye nefes almadan konuşuyor. Ben de başladım

"No Andres Otel. Adress adress. OK mi diye sordum. Telefon telefon. Amigo telefone adress. Ayşen dinlemiyo ki herif. Skicem Andres'ini de sormaz olaydım. Stop stop. Dayı. Sinyor. Stop por favor. Please. Go to the normal otel. Abi gözünü seveyim manyak mısın nerelere soktun bizi gecenin bi vakti. Nasıl dandik it bir herifsin, senin toynağına takkene sıçayım. Bitirdin bizi ya. Hayvan herif."

Nisan'la Güney o kadar gülüyor ki çaresizliğime. Kızamıyorum da. Bu çok seslilikte az biraz kaybolarak vardık kalacağımız yere. Madrid'de ben iş-toplantı peşinde, ailenin geri kalanı ayak gücüyle yürüyüp gezerek vakitlerini geçirdiler. Bu başka bir yazının konusu. Son üç gün de Barcelona'ya geçeceğiz. Tüm güzergah için İberia'dan almışız uçak biletlerini. Madrid'de metroyla havaalanına gittik. Madrid metrosu normalde 1.50€ biniş ama sadece havaalanı durağı için 1€ daha verip ilave bir bilet almak gerekiyor. Almasan almazsın, kontrol yok ama değmez risk taşımaya deyip aldık ilave bileti. Tam iniyorduk çıkış turnikelerinde kontrol var. Oh be diyorum bir yandan, öte yandan bir kelek olmadığından emin olmak için biletin üstündeki küçük yazıları okurken "4 yaşından büyük çocuklar bilete tabidir" anlamındaki ibareyi gördüm. Hemen Nisan ve Güney'e polisler bir şey sorarsa elinizle 4 yapın dedik ve geçtik. Ki onlar da sormadılar.

Havaalanına uçağa tam 1,5 saat kala geldik. İç hatlar uçacağız. Madrid-Barcelona uçuşu için güzel süremiz var. Check in yapmak için masaya gittik ki bir kadın iç hat check-in'ini sadece otomatik kiosklardan yapabileceğimizi söyledi. Gittik, ve tabii ki de kiosk bize 4 ayrı koltuktan bilet verdi. De ki 5A-15B-25C-35D. Oflaya poflaya masaya gittik kadın, no problem dedi. Bilmeliymişiz ki İspanya'da no problem "boka battın çıkışı yok" demekmiş. Aldı cart diye yırttı bizim uçuş kartlarını. Herhalde 20 dakika falan uğraştı yeni uçuş kartlarını basmak için. Bu sırada 2 valizimiz var birisi 23 kg, diğeri 13. Toplam hakkımız 4x20 kg, yarısını kullanmamışız. Ama kadın 23'lük bagaj için ücret istedi. Bir saat onu açıkladı. Biz tamam deyip, hemen valizlerin ağırlığını dengeliyoruz. Sürekli ayrıntıda kaybolan yetkililer ve an be an gecikmekte olan biz. Kadın bunları anlatırken üç biniş kartını basmıştı. Tam dördüncüyü basacaktı ki "Aaa dedi. Şu an uçuş kapandığı için sistem yeni uçuş kartı bastırmıyor." Gitti, boş bir uçuş kartı buldu ve üzerinde binlerce harf-rakam-kısaltma olan o uçuş kartını harf harf tükenmezle yazdı. Artık bariz gecikmiş durumdayız. Kadın "Panik yapmayın yetişirsiniz" dedi. Meşhur tükenmezini eline aldı ve uçuş kartlarından birisinin üstüne "RSU" yazarak şöyle dedi.

"Şu ara kapıdan aşağıya inin ve RSU kapılarını takip edin. "

Barajas Havaalanında şöyle bir vaziyet var. JKL (ya da öyle bir şey) kapıları bir terminalde RSU başka bir terminalde. Bizim bilette 50J yazıyor ama kadın RSU'ya yönlendirdi. Demek ya kapı değişti ya da geç kaldığımız için kadın bir kestirme çözüm buldu bizi uçağa otobüsle yetiştirecekler gibi hülyalara kapıldım. Esas sorun şu ki iki terminal arasında bizim füniküler benzeri bir ulaşım aracı var ve on dakika sürüyor.

Madrid fünikülerine binerken oradaki görevliye "Hacı abi bizim uçuş kartında 50J yazıyor ama abla bizi buraya gönderdi" sorumuza "Si si no problem" diyerek bizi bindirdi. Yeterince uzattığımın farkındayım ama bunun gibi 10 ilave salaklık sonucu İberia bize uçağı kaçırttı. Meğer İberia'nın rutiniymiş bu.

İberia ile üç gün içinde yaptığımız iki yolculukta başımıza gelenler, uçak kaçırma-bir sonraki uçağa biniş kartı olmadan "pardon ya bizim hatamız, binin bi sonrakine" diyerek verilmiş üzerinde tükenmezle 58J yazan bir kağıtla binme(düşüp ölsek o uçakta olduğumuzu bilen yok mesela)-yolcuları başka valizleri başka terminale gönderme-yolcuların valiz almadan dışarı çıkmasını başarma-sebat edip valizlerinin olduğu bantı bulan yolculardan bizim valizi komple kaybetme-iki gün sonra getirme-dönüşte "e siz giderken uçamamışsınız o yüzden dönüşünüzü de iptal ettik" diye biletimizi yakma-özür dileyerek verdikleri barcelona-madrid uçağının aslında bir orlando-barcelona-madrid uçağı oluşu (evet bostancı-yenikapı-bandırma feribotu gibi) - o nedenle İspanya içi bir yolculuk için pasaportla çıkış ve giriş yapma - valizlerin bir tur daha başka bir banta gönderilmesi vb.vb. sürekli bir dayak yeme halindeyiz İberia'dan. Müşteri şikayetleri bölümünün önünde binlerce kişi. Herkes perişan. Canımızı kurtardığımızla kaldık :)

Tabi Barcelona'nın yerlisi bir gençle muhabbet ederken içimi döküp bu olayların bir kısmını anlattığımda iki tespitle döndü bana. "1. İberia İspanyol olduğu için böyle. İspanyollar salaktır, biz Katalanız. 2. Abi siz dünyanın en iyi havayolu THY ile niye uçmuyorsunuz? (Reklamın gücü)"

Üzerimizden bir İberia geçmiş, valizsiz ve yedek giysisiz kaldığımız Barcelona'daki ikinci günümüzde bir de kapkaç vesilesiyle bir iphone çaldırdık. Ve Ayşen'in "Daha da gelmem İber yarımadasına" sözleriyle bitirdik.

Dönüş kazasız geçti. Sadece Nisan ve Güney'in uçakta zembereği boşanmışcasına herkesle iletişime geçip, ortamı Avrupa Kupası maçından dönen Türk takımı uçağı coşkusuna taşımaları var haber değeri olan. "Kaç yaşındasınız?" diye soran birisine de "6 yaşındayız ama metroya bedava binmemiz için annemle babam 4 dedirtiyor"la kapanışı yaptılar.

Nisan döndüğünde hola-toro-gracias -muchos gracias - por favor demeyi biliyordu.

27 Temmuz 2011 Çarşamba

Periler ve Gerçekler


Yeni neslin ana-babaları olarak hayatımızı çocukları mutlu etmeye adıyoruz. Bazen geri tepiyor. Bizim neslin imkansızlıktan aldıgı haz, ufacık şeyle mutlu olabilme yetisi eksik kalıyor. Mesela sabahtan akşama kadar hayvanat bahçesi, çocuk parkı, piknikle geçen günün sonunda akşam pelte gibi eve geldigimizde kanapede bayılırken Nisan ve Güney "Ne? Bebeklerle oynamayacak mıyız? Japon kale maç yapmayacak mıyız? E hiç birlikte oynamadık ama?" diyebiliyorlar. Biz olmuşuz Japon kale, ben hiç yapmamışım anam babamla Japon kale maç.

Komple de tatminsiz olmadılar çok şükür, akülü araba diye aglamalar, demir scooter diye tutturm alar olmadı. İmkanların farkındalar.

Bu aralar patır patır diş döküyorlar. Zaten ailede sakarlık bol bulunur meziyet oldugundan, süt dişler hep çarpılmıştı. Her diş gittiginde, diş perisi hediye getiriyor. Noel Baba'nın tevatür oldugunun 1,5 yaşından beri farkında olan Nisan ve Güney, gecenin 2'sinde çıkan dişe bile hediye gelince diş perisine kesinlikle inanır oldular. Benzin istasyonlarına müteşekkiriz bu arada.

Güney bir gece aglayarak kalktı, dişim dişim diyerek. Alt ön iki dişten biri zaten çıkmış gitmiş, digeri de aşırı sallantıda. İlkini alıverdik. İkincisi için Erdem "acaba ip mi baglasak mı?" dedi. Güney aglayarak "yok gerek, gerek yok, gerek merek yok, ne gerek ip mip" diye haykırıyordu. İkisini de çekince Nisan'ı uyandırmaya çalıştı. "Nisancım uyanabilir misin? Bak dişlerime?"
Nisan uyanamadı "Ya Güney sabah bakayım n'olur, gözümü açamıyorum, sen de hemen yat, diş perisi iki dişe iki hediye getircek, geç olursa gelemez bak" dedi. Güney'in öyle bir yataga çıkıp yatışı vardı ki...
Sabah yatagında 2 hediye görünce; "Aaaa bu diş perisi gerçekten çok tatlı, beni de seviyo, 2 hediye birden getirmiş.Ne istedigimi nasıl da bilmiş" diye mutlu oldu.

En son Nisan aynı günde 2 ön dişini kaybetti. Gece diş perisi geldi. Sabah "Ay bu diş perisine ba-yı-yı-yo-yum." çıglıgı ile uyandık.


Hayat; onların bu delice mutlu anları adına güzel, en büyük coşkunuzu alın, 1000 ile çarpın; işte o mutluluga seyirci olmanın tadına biraz yaklaşabilir.

Bir de diş perisine degil, Külkedisinin perisine ihtiyaç duyan çocuklar var; dünyanın her yerinde, hatta uzaga gitmeden; kendi cografyamızda, belki de mahallemizde...


Dünya; çocuk gözünden bambaşka, savaşlar içinde, depremler altında, yokluk ortasında, çocukların dilekleri hep mutluluga dair, mantıktan uzak, neşeye yakın.

Capitol Dilek Agacı projesini duydunuz mu bilmiyorum. Kocaman, bembeyaz bir agac var Capitol'de. Dallarında 1500 dilekle açmış. Mardin'li çocukların dilekleriyle. Pamuk Prenses elbisesi istiyor biri, ayagındaki burnu açılmış ayakkabılarına bakarak. "Pempe sehat" yazmış pembe saat umuduyla bir digeri.

Bu ülkeye dair son zamanlarda beni en mutlu eden olay, bu 1500 dilekten sadece 165 tanesinin kaldıgını ögrenmek oldu. Ölmemişiz daha, tükenmemişiz ülkece. Hala anlayabiliyoruz demek çocuk umudundan. Çocuklar en çok bisiklet istemişler ilk dilek olarak. Alınmış hediyeler arasında yanyana bir sürü bisiklet gördüm. Kimse yerinmemiş, üçün beşin hesabına girmemiş, pembe bisiklet isteyene pembesi gelmiş, hatta birisi arayıp bulmuş; pokemonlu'sunu almış tam da dilekteki gibi. Ve onca hediye arasında bir anıt gibi duran çamaşır makinası. Dilegin sahibi küçük yürek; "annem hep çamaşır yıkıyor, çamaşırı makina yıkasın, annemin benimle geçirecek
vakti kalsın" dilemiş.

Biz iş yerindeki tüm kızlar birer dilek perisi olduk. Tarihten gözlerimi dolduran bir isimle geldi; perilik bahşetti, mutluluk verdi bana, Mardin'den, adıyla yaşayası, sevgili Mazlum Dogan.

Son 165 dilek; sonrası eylülde okula gülerek koşan yüzler olacak. Hayatlarında belki de tek kez; istediklerini dileme hakları oldu.
Yaşanan her şeye inat, bir çocuk gülümsemesi ile yine de güzelsin hayat!

2 Haziran 2011 Perşembe

Yine Yeni Yeniden


Uzun bir ara vermiştim. Onca dert, çaba, neşe, coşku arasında biriken sayfalarca anı oldu. Kronolojik yazayım, dur videoyu bulup öyle yazayım derken hep erteledim. Ama bu gün güzel bir süpriz oldu. Blogger'lığımı hatırladım yeniden. Dettol'den kargo geldi. İçinden parmak boyası ve yeni sensörlü sabunları çıktı. Nisan ve Güney'in heyecanı, benim bir blogcu anne olarak hatırlanmamın coşkusu ile kendimizi yerleri, duvarları kah isteyerek kah sehven boyarken bulmamıza sebep oldu. Hemen boyaları denedik. Bir ikiz annesi çok boyutlu düşünebilmelidir; ama
bu sefer zaman zaman fotoğraf çek, halıyı koru, parkeyi sil, Dettol'ü kurcala derken az daha beynim akacaktı. Gerçi faaliyet sonucu ben evi kısmen eski haline çevirmiş, Nisan ile Güney'i küvette paklamış iken ikisi bir gelip "sağol, çok eğlendik" dediler ya, gene değdi her şeye, tavanı bile boyamış olsalar değerdi.

Dettol'e hem süprizleri için, hem bizi yeniden çılgınlığa teşvik ettikleri için, hem Nisan ve Güney'in içini açıp lavaboda köpürtüp ziyan edemeyecekleri bir sabun tasarladıkları için, hem
de beni bloga döndürdükleri için teşekkür ederim.
Bundan sonra "Ay 1 Mayıs'ı yazmadan Haziran'daki yılsonu gösterisini yazmayayım", "Şu lirik dans hikayesi çok komik, yazayım ama saat 11 olmuş, şimdi geç oldu uzun sürer" demek yok. Çala kalem, ne zaman ne istersem, kısa kısa ama sık sık yazacağım. Özlemişim.
Buyurun, sözü uzatmadan sizi sanatsal çalışmalarımızla ve felaketimizle baş başa bıra
kayım yeni format gereği...


19 Ocak 2011 Çarşamba

Lunapark

iPhone, Playstation, Lego falan hepsi pederşahi işler ama çocuk en çok lunaparkta eğlenir efendiler. Biz de öyleydik, bugün de aynı, bence yarın da değişmeyecek. (Cümle yapısı gereği serbest çağrışım http://bit.ly/fM9UVp )
2003-2007 arası İzmir'de yaşarken, Karşıyaka Girne Caddesi'ndeki lunaparka 200 metre mesafede otururduk. Çocukluğu harcadığım atarici de oradadır. İzmir Fuarı Karşıyakalılar için fazla sezonluk ve fazla İzmir'dedir. Evet fuardaki lunapark daha bir candır, daha yeni ve çok sayıda alet vardır ama Girne Lunaparkı daha bizdendir. Kuyruk az olur, neredeyse 365 gün açıktır. Biletler daha ucuzdur. Arada Gümüşpala'nın çocuklarıyla takışırsın en kötü. E fuara da Kuruçay'dan falan az mı it kopuk gelir, aynı hesap.
Nisan'la Güney'in ilk lunapark macerası burada gerçekleşti. Tabi şöyle bir değişimi unutmayalım. Bizim zamanımızda var olmayan alışveriş merkezleri ve alışveriş merkezlerinin içine kurulan 0-6 yaş ötesine pek hitap etmeyen çocuk lunaparkçıkları. Nisan'la Güney burada bir miktar mesai harcasa da, içinde Balerin olan ilk lunapark deneyimleri Girne'dedir. (http://www.youtube.com/watch?v=wkyoRyJFYiU)
Herhalde 7 aylık falanlardı kucağımızda ilk Elma Kurdu deneyimini yaşadıklarında. Güney, erkeklikten mi tarz farkı mı neyse artık severdi böyle hareketli gürültülü eğlenceyi. O gayet eğlenedururken Nisan hafiften panik olmuştu.
80'lerin tasarruf toplumunun çocukları şanslı. Erişemediğimiz ne varsa çocuğumuz mahrum kalmasın istedik. E special thanks to People's Republic of China. Her şey daha ulaşılabilir, her şey görece ucuz. Öyle olunca bizimkilerin Türkiye'nin bilimum lunaparkında atlıkarınca deneyimi yaşaması şaşırtıcı değil. Yine "biz yaşayamadık onlar görsün" anaçlığı ve babaçlığıyla Paris Disneyland da gördüler, İsveç Djurgarden (?) lunaparkında Uzun Çorap Pippi temalı vakit de geçirdiler.
Bu haftasonu bir vesile Bostancı Lunaparkı'nda bitirdik geceyi. İzmir'deki en şahane üç arkadaşımızla birlikte. Gece 11, bir grup apaçi, bir grup cadde çocuğu ve biz. (Apaçi demek ayrımcı mı bilmiyorum. Ama seviyorum tabiri, hem ne anlattığı aşikar, hem de yakın hissediyorum kendimi apaçi dediğim çocuklara. Eğlenceli kendi halinde tipler.)
Bir iki atlı karınca, dönen salıncak deneyiminden sonra görmemiş 80 kuşağının iki üyesi oranın şaşaalı aleti Star ejection'a binmeden duramadık. Ki kendisi 5 biletti, ki babaları asla lunaparkta eğlenmeyen bir nesildik, ki acayip yukarı fırlatan bungee jumpingvari bir düzenekti.
http://video.yahoo.com/watch/7973943/21127243
Nisan ve Güney'in korku dolu bakışlarını unutmayacağım. Kendi çocukluğumdan babamın Karadeniz'de yüzerken bir kaç metrelik dalgalar arasında bir yok olup bir görünerek yüzdüğü günü hatırlarım. Sıkı korkmuştum. Çocuklara bu iç titremesini mi yaşattım bilmiyorum ama iyi fırlattı şerefsiz. İndiğimizde uzaydan gelen astronotların ailesiyle sarılma anını yaşadık allahıma. Nisan'la Güney'de bir "benim babam ne adammış" bakışı ki, uzaya gitmeye ne hacet.
Ertesi gün daha da kalabalık bir dost meclisi Karaköy'de kahvaltı ettik. Sonrasında da iskeleye boynum kalınlığında zincirlerle bağlı vapurlara bakıyoruz. (Çocuklu aileler çok ilginç şeylere bakarlar.) Zincirin üstü silme midye. Güney özendi, küçücük siyah midyelerden istedi bir tane. Anam durur muyum. Demire tutunuyorum, bir arkadaş elimden tutmuş dizim Boğaz'da, üstüme Haliç'ten su sıçrıyor. Güç bela bir midye kopardım komple deniz suyuna bulanma pahasına. Güney mutlu, ben yakayı kurtardığıma mutluyum.
Nisan, izleyici, geldi operasyonun sonunda. Yağmur soğuk soğuk yağıyor, yanakları pembeleşmiş. Saçları ıslanınca daha da bir güzel salınmış aşağı doğru. Elleri belinde, gülerek "Ne kadar da cesursun." dedi.
Ben daha ayılamadım.

12 Ocak 2011 Çarşamba

Ağzı Penalı Çocuk

Blog'un adı da kendi de Nisan Güney. Ama her yazının öznesi Nisan Güney olacak değil ya. Ki içinde Nisan ve Güney olmayan hangi harf var ki bende, ne yazayım onlarla.
Ben hep elim cebimde gezdim herhalde baba olana kadar; şimdilerde "Günün birinde şu eve elim cebimde girmeyi de görsek.." diye sızlansam da hiç demirbaşım olmadı. Ara ara kitap, rakı, çiçek, sigara, pankart, telefon, bilgisayar, puset tutsa da elim hep "herşeyci" idim, "birşeyci" olmadım. Ona ise hep aynı şeyi taşıttık. Omzundaki gitar kılıfı izinin müsebbibi biz istedik ki konuşalım-gülelim-sarhoş olalım-aşık olalım-bir bira daha açalım-çay demleyelim-susalım-susamayalım; ama fonda hep o olsun. Sam, bir daha çalsın istedik. Sağolsun , hiç de susmadı. Bir eliyle akort yapar, penayı iki dudağına sıkıştırırken yakalamaya çabaladı lafı. Sahneyi hiç bırakmadı, biz izledik. On metrekarede yirmi kişi götgöteyken de; bilmem kaç binlik amfitiyatroların serinliğinde de sakin sakin coşturdu bizi. Biz hep güldük. O sahnedeyken, sahne hep doldu.
En mutlu günüme "Belle" ile ses oldu, iki gitar teliyle bana benim aşkımı çaldı, gözüm yanardağın lavını-külünü kollarken "Hani Hayat Bir Oyundu?" diye sitem etti. Kendimle en çok, oğlumla en çok başbaşa kaldığım anda; en yalnız en çaresiz günümde bildiğim en Batı yerde bildiğim en Güney'le bir faltaşı gibi açtırdı gözümü ki "Harap olmuştuk aşktan..." Fala hiç inanmadım, ama onun çıktığı falı reddetmek ne mümkün. Fal ne diyorsa desin, biz onun çıkacağını biliyorduk.
Cihan Güçlü, senin şansa mansa ihtiyacın yok. Bana kalsa isteyecek bir şeyin de yok; müzikle ne kadar iz bırakılırsa kalpte o kadar sesinin izi var her gün bizde. Çalmasan duramazdın, çaldın sen de. Ben de yazmasam duramazdım. Yürü Cihan, penayı koy dudaklarının arasına yürü. Yürürken mırıldan bir şeyler de dinleyelim. Yoksa, çok sessiz burası.

11 Ocak 2011 Salı

Naturel


Twitter'dan mı öğrendik, yoksa "Özet geç lan piç" diyen incici ağzının etkisi mi uzun yazmak istemiyorum. Yazmak istiyorum.
Nisan ve Güney iki hafta sonra 5 yılı bitirmiş olacaklar. Koca çocuk oldular, beş yıl içinde totalde iki hücreden iki küsür metreye geldiler; ama sanki ben daha çok değiştim. Onlar mı daha çok öğrendi, biz mi kapışırız.
Herkesin bildiği en doğru sözüm yok, bizim doğrumuz da çocuklara içinde din olan hiç bir şey öğretmemek oldu bugüne kadar. Anne baba da olsan, et tırnak falan ne ise işte; din şahsi mevzu. İsteyen öğrenme yaşına gelince, arar öğrenir kendisi. Ben kimim ki birine din öğreteyim, ne haddime.
Tabi bu ülkede dinin sosyal-psikolojik yan unsurları var. Bu yazıyı okuyan çoğu insana ilk korkuları ve sınırları dini öğelerle öğretildi. Haliyle bunu da ikame etmedik, boş kaldı o duvar. Asmadık bir çerçeve.
Şuna geleceğim, Nisan ve Güney envai çeşit soyut kavramı hayatlarına alıp tepe tepe kullanabilecek kadar geliştiler ama ölüm, cehennem, günah, haram gibi kelimelerin altı tamamen boş onlar için henüz. Ürpermiyorlar bizim gibi. Ölüm, onu önyargısız algılayan beş yaşındaki çocuklar için öyle basit, öyle doğal bir kavram ki; bu durum bizler için ölümün kendisinden daha korkutucu olabiliyor. Ölümü bilmiyoruz biz büyükler, korkarak algılıyoruz. Çocuk için ölüme gelene kadar, o kadar çok bilinmeyen var ki; ölüm şaşırtmıyor onu.
Dan diye geliyorlar bazen,
- Baba sen ne zaman öleceksin?
- (Hobaa) Ne bileyim oğlum. İnsanlar genelde yaşlanınca ölürler, ama başına bir kaza falan gelirse daha erken de ölebilirler.
- E bazı yaşlılar ölmüyor?
Hadi bunu toparladın da, şöyle çıkıyorlar karşına.
- Baba, biz Nisan'la aynı anda doğduk ya, hangimiz önce öleceğiz?
Aklımız "Töbetöbetöbe, ağzından yel alsın, allah gecinden versin, şeytan söyletti, bismillah, eüzübillahi"ye de çalışmaz ki bu ünlemlerle savuşturabilelim :)
Bu soruyu göğüsleyebilene aşk olsun, öyle kalıyorsun. Nietzsche falan birileri bir el atsın da çıkışı göstersin bize. Çocuksun da her şeyi öyle naturel algılama di mi, Allahtan kork derler adama.

10 Ocak 2011 Pazartesi

Kaza Raporu

Son dönemlerde sorana şöyle tanımlıyorum çocuk sahibi olmayı;
"Abi kendine çok büyük bir eğlence ve çok büyük bir endişe yaratıyorsun."
Çocuğun ne kadar bal börek bir şey olduğunu çok anlattım, dileyen okusun aşağılardan. Ama bir de endişe kısmı var ki, anam anam. İlk doğduğu günlerde o kadar küçük bir canlının nefes alıyor olmasına hayret ederken, uykusunda nefes alıyor mu diye ister istemez; bir manyak gibi; dakika başı çocuğun soluğunu kontrol ediyor insan. Beş sene geçti hala değişmedi. Her gece, Nisan ve Güney rahat nefes alıyor mu diye kontrol etmeden uyuyamayız.
Bu denli sevip, endişelenip ve sakınıyorsun ama; çocuk işte. Nisan ve Güney de her çocuk kadar "iş kazası" yaşadılar. Ömürlerimiz orada kısaldı, saçlarımız o günlerde ağardı.
İlkini hatırlıyorum. Henüz birkaç haftalıklardı, bir apartmanın giriş katındaki çocuk doktorlarına gitmiştik. Bir sebeple, Ayşen ve Nisan içerde; Güney ve ben kapının önündeydik. Beşer harfli isimlerine bakmayın; ikisi ancak beş küsür kilo o zaman. Kucağımdaki Güney, nasıl yaptıysa kendini atar gibi savurdu. Acemi babaysak o kadar da değil, tuttum elbet. Ağaçkakan Woody gibi kafasını geri doğru çektiğiyle kaldı. Ama camdan gören Ayşen'in bir çığlığı var ki aman aman...

Bir kere de, 6-7 aylıklarken ikiz arabalarıyla Alaybey (Karşıyaka) Tansaş'ta alışveriş yaparken arabanın arkasına astığım torbaların ağırlığından arkaya doğru devrilmişliği vardı. Gözlerindeki şaşkınlığı hadi gel de anlat anneye :) (Yazıyı yazarken canlı yayında farkediyorum ki, kazaların çoğu da hamilik babadayken olmuş. Neyse canım buradan sosyal tespit çıkarmayalım, münferit olaylardan bahsediyoruz :)
Daha koşmayı yeni öğrenmişler. Yaş bir küsür. Güney kalorifer peteğine bir girdi ki kafadan, evin geri kalanı sallandı. Sanki ACME balyozuyla kafasına Road Runner çakmış Coyote gibi şişti bir kaç saniyede.

Beş dakika mesafedeki polikliniğin aciline gidene kadar da indi. Çocuk bünyesi nasıl güçlü, hücreleri nasıl da çılgınca yenileniyor yaşarken öğreniyor insan.
Sonra yaş iki oldu. Nisan ve Güney oynarken Güney ön dişini sert bir yere vurdu. Ağız kan revan; mosmor, diş düştü düşecek. Kaç dişçi gezdik o gün hatırlamıyorum. Hepsi "Bu diş iki güne düşer, çekmemiz lazım" dedi. Ayşen, anne kafası bambaşka işte, "Çocuk dişsiz kalmasın yenisi çıkana kadar, düşerse kendi düşsün. Vermem oğlumun dişini." dedi. Haftaya üçüncü yılı dolacak o kazanın, düşmedi diş.
Ev kazaları, yağ sıçramaları sandalyeden düşmeler derken; 4 yaşına ayağını bisiklet zincirine taktırmayı da yaşamak Nisan'a nasip oldu. Yıl 2011 Ginger Minger iyi gidiyoruz da aga, çocuk hala bisiklet sever; bisiklet biner. Ayrıma dikkat, orada bir anlam varmış. Bisiklete değil bisiklet biner çocuk:) Kendi binemezse de mahalledeki ablasının selesine biner. Kader kısmet değil işte, hayat zor ve acı. Ayağını oraya sıkıştıracaksın, yol oradan geçiyor. Büyüyor ve öğreniyorsun. Ayağını sıkıştırmadan olmuyor.
Artık yaş beşe beş var, kazalar seyrelir, dizlerdeki yara kabukları azalır derken son üç haftada yine inceden revire döner olduk. Nisan, okulda elmacık kemiğini sandalyeye çakmış. Ünvan maçı ertesindeki Mike Tyson gibi geziyor evde. Buz koyduk doktora gittik derken, bir iki hafta sonra Güney okulda kankasıyla kafa kafaya çarpışmışlar. Bizimki dili dışarıda nefes nefese koştuğundan kelli, dilini yarmış. Bu yaşta diline dikiş attırdı, façayla geziyor artist.
Herşeyin başı sağlık ne kadar gerçekse, çocuğun varsa gerçeğin karesi, ikiz çocuğun varsa bunun kübü, hele ikisi de sakarsa faktöriyelinin dördüncü kuvveti oluyor. Bırakınız oynasınlar, bırakınız eğlensinler ama abi, mümkünse artık kaza yapmasınlar. Yılı hasarsızlığı bozmadan tamamlasınlar.
Yine uzattım, finali dilinde iple gezen - bir haftadır yumuşak gıdayla beslenen Güney'e vereyim. (by Bay Gencebay)
"...Dil yarası dil yarası en acı yara imiş
Dudaktan kalbe bir yol var ki
Saygı ve sevgidenmiş.."