19 Ocak 2011 Çarşamba

Lunapark

iPhone, Playstation, Lego falan hepsi pederşahi işler ama çocuk en çok lunaparkta eğlenir efendiler. Biz de öyleydik, bugün de aynı, bence yarın da değişmeyecek. (Cümle yapısı gereği serbest çağrışım http://bit.ly/fM9UVp )
2003-2007 arası İzmir'de yaşarken, Karşıyaka Girne Caddesi'ndeki lunaparka 200 metre mesafede otururduk. Çocukluğu harcadığım atarici de oradadır. İzmir Fuarı Karşıyakalılar için fazla sezonluk ve fazla İzmir'dedir. Evet fuardaki lunapark daha bir candır, daha yeni ve çok sayıda alet vardır ama Girne Lunaparkı daha bizdendir. Kuyruk az olur, neredeyse 365 gün açıktır. Biletler daha ucuzdur. Arada Gümüşpala'nın çocuklarıyla takışırsın en kötü. E fuara da Kuruçay'dan falan az mı it kopuk gelir, aynı hesap.
Nisan'la Güney'in ilk lunapark macerası burada gerçekleşti. Tabi şöyle bir değişimi unutmayalım. Bizim zamanımızda var olmayan alışveriş merkezleri ve alışveriş merkezlerinin içine kurulan 0-6 yaş ötesine pek hitap etmeyen çocuk lunaparkçıkları. Nisan'la Güney burada bir miktar mesai harcasa da, içinde Balerin olan ilk lunapark deneyimleri Girne'dedir. (http://www.youtube.com/watch?v=wkyoRyJFYiU)
Herhalde 7 aylık falanlardı kucağımızda ilk Elma Kurdu deneyimini yaşadıklarında. Güney, erkeklikten mi tarz farkı mı neyse artık severdi böyle hareketli gürültülü eğlenceyi. O gayet eğlenedururken Nisan hafiften panik olmuştu.
80'lerin tasarruf toplumunun çocukları şanslı. Erişemediğimiz ne varsa çocuğumuz mahrum kalmasın istedik. E special thanks to People's Republic of China. Her şey daha ulaşılabilir, her şey görece ucuz. Öyle olunca bizimkilerin Türkiye'nin bilimum lunaparkında atlıkarınca deneyimi yaşaması şaşırtıcı değil. Yine "biz yaşayamadık onlar görsün" anaçlığı ve babaçlığıyla Paris Disneyland da gördüler, İsveç Djurgarden (?) lunaparkında Uzun Çorap Pippi temalı vakit de geçirdiler.
Bu haftasonu bir vesile Bostancı Lunaparkı'nda bitirdik geceyi. İzmir'deki en şahane üç arkadaşımızla birlikte. Gece 11, bir grup apaçi, bir grup cadde çocuğu ve biz. (Apaçi demek ayrımcı mı bilmiyorum. Ama seviyorum tabiri, hem ne anlattığı aşikar, hem de yakın hissediyorum kendimi apaçi dediğim çocuklara. Eğlenceli kendi halinde tipler.)
Bir iki atlı karınca, dönen salıncak deneyiminden sonra görmemiş 80 kuşağının iki üyesi oranın şaşaalı aleti Star ejection'a binmeden duramadık. Ki kendisi 5 biletti, ki babaları asla lunaparkta eğlenmeyen bir nesildik, ki acayip yukarı fırlatan bungee jumpingvari bir düzenekti.
http://video.yahoo.com/watch/7973943/21127243
Nisan ve Güney'in korku dolu bakışlarını unutmayacağım. Kendi çocukluğumdan babamın Karadeniz'de yüzerken bir kaç metrelik dalgalar arasında bir yok olup bir görünerek yüzdüğü günü hatırlarım. Sıkı korkmuştum. Çocuklara bu iç titremesini mi yaşattım bilmiyorum ama iyi fırlattı şerefsiz. İndiğimizde uzaydan gelen astronotların ailesiyle sarılma anını yaşadık allahıma. Nisan'la Güney'de bir "benim babam ne adammış" bakışı ki, uzaya gitmeye ne hacet.
Ertesi gün daha da kalabalık bir dost meclisi Karaköy'de kahvaltı ettik. Sonrasında da iskeleye boynum kalınlığında zincirlerle bağlı vapurlara bakıyoruz. (Çocuklu aileler çok ilginç şeylere bakarlar.) Zincirin üstü silme midye. Güney özendi, küçücük siyah midyelerden istedi bir tane. Anam durur muyum. Demire tutunuyorum, bir arkadaş elimden tutmuş dizim Boğaz'da, üstüme Haliç'ten su sıçrıyor. Güç bela bir midye kopardım komple deniz suyuna bulanma pahasına. Güney mutlu, ben yakayı kurtardığıma mutluyum.
Nisan, izleyici, geldi operasyonun sonunda. Yağmur soğuk soğuk yağıyor, yanakları pembeleşmiş. Saçları ıslanınca daha da bir güzel salınmış aşağı doğru. Elleri belinde, gülerek "Ne kadar da cesursun." dedi.
Ben daha ayılamadım.

12 Ocak 2011 Çarşamba

Ağzı Penalı Çocuk

Blog'un adı da kendi de Nisan Güney. Ama her yazının öznesi Nisan Güney olacak değil ya. Ki içinde Nisan ve Güney olmayan hangi harf var ki bende, ne yazayım onlarla.
Ben hep elim cebimde gezdim herhalde baba olana kadar; şimdilerde "Günün birinde şu eve elim cebimde girmeyi de görsek.." diye sızlansam da hiç demirbaşım olmadı. Ara ara kitap, rakı, çiçek, sigara, pankart, telefon, bilgisayar, puset tutsa da elim hep "herşeyci" idim, "birşeyci" olmadım. Ona ise hep aynı şeyi taşıttık. Omzundaki gitar kılıfı izinin müsebbibi biz istedik ki konuşalım-gülelim-sarhoş olalım-aşık olalım-bir bira daha açalım-çay demleyelim-susalım-susamayalım; ama fonda hep o olsun. Sam, bir daha çalsın istedik. Sağolsun , hiç de susmadı. Bir eliyle akort yapar, penayı iki dudağına sıkıştırırken yakalamaya çabaladı lafı. Sahneyi hiç bırakmadı, biz izledik. On metrekarede yirmi kişi götgöteyken de; bilmem kaç binlik amfitiyatroların serinliğinde de sakin sakin coşturdu bizi. Biz hep güldük. O sahnedeyken, sahne hep doldu.
En mutlu günüme "Belle" ile ses oldu, iki gitar teliyle bana benim aşkımı çaldı, gözüm yanardağın lavını-külünü kollarken "Hani Hayat Bir Oyundu?" diye sitem etti. Kendimle en çok, oğlumla en çok başbaşa kaldığım anda; en yalnız en çaresiz günümde bildiğim en Batı yerde bildiğim en Güney'le bir faltaşı gibi açtırdı gözümü ki "Harap olmuştuk aşktan..." Fala hiç inanmadım, ama onun çıktığı falı reddetmek ne mümkün. Fal ne diyorsa desin, biz onun çıkacağını biliyorduk.
Cihan Güçlü, senin şansa mansa ihtiyacın yok. Bana kalsa isteyecek bir şeyin de yok; müzikle ne kadar iz bırakılırsa kalpte o kadar sesinin izi var her gün bizde. Çalmasan duramazdın, çaldın sen de. Ben de yazmasam duramazdım. Yürü Cihan, penayı koy dudaklarının arasına yürü. Yürürken mırıldan bir şeyler de dinleyelim. Yoksa, çok sessiz burası.

11 Ocak 2011 Salı

Naturel


Twitter'dan mı öğrendik, yoksa "Özet geç lan piç" diyen incici ağzının etkisi mi uzun yazmak istemiyorum. Yazmak istiyorum.
Nisan ve Güney iki hafta sonra 5 yılı bitirmiş olacaklar. Koca çocuk oldular, beş yıl içinde totalde iki hücreden iki küsür metreye geldiler; ama sanki ben daha çok değiştim. Onlar mı daha çok öğrendi, biz mi kapışırız.
Herkesin bildiği en doğru sözüm yok, bizim doğrumuz da çocuklara içinde din olan hiç bir şey öğretmemek oldu bugüne kadar. Anne baba da olsan, et tırnak falan ne ise işte; din şahsi mevzu. İsteyen öğrenme yaşına gelince, arar öğrenir kendisi. Ben kimim ki birine din öğreteyim, ne haddime.
Tabi bu ülkede dinin sosyal-psikolojik yan unsurları var. Bu yazıyı okuyan çoğu insana ilk korkuları ve sınırları dini öğelerle öğretildi. Haliyle bunu da ikame etmedik, boş kaldı o duvar. Asmadık bir çerçeve.
Şuna geleceğim, Nisan ve Güney envai çeşit soyut kavramı hayatlarına alıp tepe tepe kullanabilecek kadar geliştiler ama ölüm, cehennem, günah, haram gibi kelimelerin altı tamamen boş onlar için henüz. Ürpermiyorlar bizim gibi. Ölüm, onu önyargısız algılayan beş yaşındaki çocuklar için öyle basit, öyle doğal bir kavram ki; bu durum bizler için ölümün kendisinden daha korkutucu olabiliyor. Ölümü bilmiyoruz biz büyükler, korkarak algılıyoruz. Çocuk için ölüme gelene kadar, o kadar çok bilinmeyen var ki; ölüm şaşırtmıyor onu.
Dan diye geliyorlar bazen,
- Baba sen ne zaman öleceksin?
- (Hobaa) Ne bileyim oğlum. İnsanlar genelde yaşlanınca ölürler, ama başına bir kaza falan gelirse daha erken de ölebilirler.
- E bazı yaşlılar ölmüyor?
Hadi bunu toparladın da, şöyle çıkıyorlar karşına.
- Baba, biz Nisan'la aynı anda doğduk ya, hangimiz önce öleceğiz?
Aklımız "Töbetöbetöbe, ağzından yel alsın, allah gecinden versin, şeytan söyletti, bismillah, eüzübillahi"ye de çalışmaz ki bu ünlemlerle savuşturabilelim :)
Bu soruyu göğüsleyebilene aşk olsun, öyle kalıyorsun. Nietzsche falan birileri bir el atsın da çıkışı göstersin bize. Çocuksun da her şeyi öyle naturel algılama di mi, Allahtan kork derler adama.

10 Ocak 2011 Pazartesi

Kaza Raporu

Son dönemlerde sorana şöyle tanımlıyorum çocuk sahibi olmayı;
"Abi kendine çok büyük bir eğlence ve çok büyük bir endişe yaratıyorsun."
Çocuğun ne kadar bal börek bir şey olduğunu çok anlattım, dileyen okusun aşağılardan. Ama bir de endişe kısmı var ki, anam anam. İlk doğduğu günlerde o kadar küçük bir canlının nefes alıyor olmasına hayret ederken, uykusunda nefes alıyor mu diye ister istemez; bir manyak gibi; dakika başı çocuğun soluğunu kontrol ediyor insan. Beş sene geçti hala değişmedi. Her gece, Nisan ve Güney rahat nefes alıyor mu diye kontrol etmeden uyuyamayız.
Bu denli sevip, endişelenip ve sakınıyorsun ama; çocuk işte. Nisan ve Güney de her çocuk kadar "iş kazası" yaşadılar. Ömürlerimiz orada kısaldı, saçlarımız o günlerde ağardı.
İlkini hatırlıyorum. Henüz birkaç haftalıklardı, bir apartmanın giriş katındaki çocuk doktorlarına gitmiştik. Bir sebeple, Ayşen ve Nisan içerde; Güney ve ben kapının önündeydik. Beşer harfli isimlerine bakmayın; ikisi ancak beş küsür kilo o zaman. Kucağımdaki Güney, nasıl yaptıysa kendini atar gibi savurdu. Acemi babaysak o kadar da değil, tuttum elbet. Ağaçkakan Woody gibi kafasını geri doğru çektiğiyle kaldı. Ama camdan gören Ayşen'in bir çığlığı var ki aman aman...

Bir kere de, 6-7 aylıklarken ikiz arabalarıyla Alaybey (Karşıyaka) Tansaş'ta alışveriş yaparken arabanın arkasına astığım torbaların ağırlığından arkaya doğru devrilmişliği vardı. Gözlerindeki şaşkınlığı hadi gel de anlat anneye :) (Yazıyı yazarken canlı yayında farkediyorum ki, kazaların çoğu da hamilik babadayken olmuş. Neyse canım buradan sosyal tespit çıkarmayalım, münferit olaylardan bahsediyoruz :)
Daha koşmayı yeni öğrenmişler. Yaş bir küsür. Güney kalorifer peteğine bir girdi ki kafadan, evin geri kalanı sallandı. Sanki ACME balyozuyla kafasına Road Runner çakmış Coyote gibi şişti bir kaç saniyede.

Beş dakika mesafedeki polikliniğin aciline gidene kadar da indi. Çocuk bünyesi nasıl güçlü, hücreleri nasıl da çılgınca yenileniyor yaşarken öğreniyor insan.
Sonra yaş iki oldu. Nisan ve Güney oynarken Güney ön dişini sert bir yere vurdu. Ağız kan revan; mosmor, diş düştü düşecek. Kaç dişçi gezdik o gün hatırlamıyorum. Hepsi "Bu diş iki güne düşer, çekmemiz lazım" dedi. Ayşen, anne kafası bambaşka işte, "Çocuk dişsiz kalmasın yenisi çıkana kadar, düşerse kendi düşsün. Vermem oğlumun dişini." dedi. Haftaya üçüncü yılı dolacak o kazanın, düşmedi diş.
Ev kazaları, yağ sıçramaları sandalyeden düşmeler derken; 4 yaşına ayağını bisiklet zincirine taktırmayı da yaşamak Nisan'a nasip oldu. Yıl 2011 Ginger Minger iyi gidiyoruz da aga, çocuk hala bisiklet sever; bisiklet biner. Ayrıma dikkat, orada bir anlam varmış. Bisiklete değil bisiklet biner çocuk:) Kendi binemezse de mahalledeki ablasının selesine biner. Kader kısmet değil işte, hayat zor ve acı. Ayağını oraya sıkıştıracaksın, yol oradan geçiyor. Büyüyor ve öğreniyorsun. Ayağını sıkıştırmadan olmuyor.
Artık yaş beşe beş var, kazalar seyrelir, dizlerdeki yara kabukları azalır derken son üç haftada yine inceden revire döner olduk. Nisan, okulda elmacık kemiğini sandalyeye çakmış. Ünvan maçı ertesindeki Mike Tyson gibi geziyor evde. Buz koyduk doktora gittik derken, bir iki hafta sonra Güney okulda kankasıyla kafa kafaya çarpışmışlar. Bizimki dili dışarıda nefes nefese koştuğundan kelli, dilini yarmış. Bu yaşta diline dikiş attırdı, façayla geziyor artist.
Herşeyin başı sağlık ne kadar gerçekse, çocuğun varsa gerçeğin karesi, ikiz çocuğun varsa bunun kübü, hele ikisi de sakarsa faktöriyelinin dördüncü kuvveti oluyor. Bırakınız oynasınlar, bırakınız eğlensinler ama abi, mümkünse artık kaza yapmasınlar. Yılı hasarsızlığı bozmadan tamamlasınlar.
Yine uzattım, finali dilinde iple gezen - bir haftadır yumuşak gıdayla beslenen Güney'e vereyim. (by Bay Gencebay)
"...Dil yarası dil yarası en acı yara imiş
Dudaktan kalbe bir yol var ki
Saygı ve sevgidenmiş.."