29 Aralık 2009 Salı

7 Çok Geç


Şimdi bizde böyle bangır bangır kampanya yapılıyorsa bilin ki altyapısı yoktur. Domuz Gribi aşısı derler, güvenliği belli değildir. Trafik Canavarını Durdur derler, yolların kendisi canavardır. Kordon Kanı lafı çıkar, neye faydası olacağı belirsizdir. Tümünün amacı vatandaşa "Sen düşün ve tedbirini al" mesajı vermek. Eyvallah güzel söylüyorsun, ama uygulamak için gerekli şartlar yoksa memlekette bu kampanya temenniden öteye geçmez ki be babacım. Hah işte 7 çok geç de böylesi bir kampanya.
Sana diyor ki "Okul öncesi eğitim çok önemli."; evet çok önemli. Bence de.
"O yüzden çocuğu erken ve en doğru yaşta doğru okula göndermek gerekir". Süper ya, bal akıyor ağzından.
"Ama devlet olarak biz okul öncesi eğitimle ilgili bir faaliyette bulunmuyor, fiili bir destekte bulunmuyor hatta denetlemiyoruz. Yerse."
Durum bu maalesef. Detaylara girmeye çalışayım. Mümkün olduğunca örnekli ve destekli giderek bu çelişkiyi anlatmaya çalışacağım.
Geçenlerde İsveçli bir arkadaşla konuşuyoruz. Kadının 1,5 yaşında oğlu varmış. İşte bebek, çocuk konuları falan.
....
- Peki Türkiye'de doğum izni ne kadar?
- Doğum öncesi ve sonrası toplam 16 hafta. Normal şartlarda yarısı doğum sonrasında kullanılıyor.
- Yani anneler 8.haftada işe dönmek zorunda?
- Evet
- Peki, çocuklara kim bakıyor? (Bu sorunun yanıtını bugüne kadar hiç bir devlet yetkilisi, Çalışma Bakanı, Kadın ve Aileden sorumlu devlet bakanı düşünmedi sanırım. İşsizlik rekoru kıran bir ülke yahu burası)
- İşte anneanne falan varsa...Yoksa bakıcı. Sizde nasıl durum?
- Çocuk 1,5 yaşına gelene kadar anne izin alabiliyor. Gerçi bir süre sonra maaşından bir miktar kesinti olsa da, yetebilecek bir maaş veriyorlar. Devletin çocuk bakım evleri de 1,5 yaşından itibaren alıyor çocukları.
- Ağlamak istiyorum...

Bakıcılardan yana neler yaşadığımızı bir ara anlatmalıyım. Zor ve sonunda annenin işini bırakmak zorunda kalmasıyla neticelenen bir seneydi.
Nisan ve Güney; uzmanların o yöndeki fikirleri ve bizim de düşüncemiz doğrultusunda 3 yaşını doldurunca okula başladılar. O zaman İstinye tarafında oturuyoruz. Emirgan'dan Sarıyer'e çocukların gidebileceği yaklaşık 20 anaokulunu gezdik fikir almak için.
En başta dediğim gibi konunun devletle uzak yakın ilgisi yok. Tamamı özel anaokulu ve kreşler. Kimisi Sosyal Hizmetler Kurumu'nun denetimine tabi; kimisi Milli Eğitim'in. Fiilen ise olmayan bir denetim. Tamamen, kurumun ve yetkililerinin iyi niyetine tabisin aslında.
Bu okul araştırmalarımızın özeti şunu söylüyor.
1. Okul öncesi eğitim veren kurumların verdiği hizmet, saat açısından genellikle çalışan bir anne-baba için yeterli değil. İlave bir bakıcı ya da anneanne/babaanne desteği gerekiyor.
2. Okul öncesi eğitim kurumları, devletten bir destek görmezlerse kendi yağlarıyla kavrulmaları zor. Ya üst segment özel okullar gibi yüksek fiyat çekmek zorunda kalıyor(ki bu da insanların ödeme gücünü düşününce kar etmiyor) ; o sebeple hizmet kalitesini düşürüyor ya da batıyorlar.
[Büyük özel okulların anaokullarını ele alalım mesela yıllık ücret açısından; ortalama 15 bin TL'den bahsetmek mümkün. (Bir de bu tek çocuğun sadece okul ücreti...Ekstraları varın siz düşünün)
İki çocuk için yıllık 30 bin lira okul ücreti, yemek ve servisle 40 bin'i geçer. Ama bir de bakıcı gerekiyor zira okulun eğitim saatleri bizim iş günümüzü kapsayamıyor. Herkese göre değişir elbet, ama bu bizim için büyük para.]
O zaman, İstanbul'da yüzlerce bulunan küçük ve bağımsız anaokullarına yönelmek gerekiyor.
Onların da çoğu eğitimle az buçuk ilgili bir girişimcinin (genelde kendi çocukları da okulun öğrencisi, zamanında çocuklarıyla ilgili bir çözüm bulamamış insanların alternatif çözümü :) 3-4 anaokulu öğretmeni, 1-2 görevliyle müstakil bir evi kreşe dönüştürerek faaliyet gösteren yerler.
Hadi bunlara mahalle mektebi diyelim, ilk kategorinin de adı Şemsi Efendi Mektebi olsun.
Nisan'la Güney; hiçbirisi bizden kaynaklanmayan sebeplerle eğitimlerinin ikinci yılına üçüncü mahalle mektebinde başladılar. Allahtan uyumlu çocuklar da, bu değişikliklerden karlı ayrılıyorlar. Travma yaşamak şöyle dursun, her değişikliği bir kazanıma-yeni bir çevreye dönüştürmekteler.
Dediğim gibi bu anaokulları genelde maddi sebepler yüzünden istikrar yakalayamıyor. Ki, "Şemsi Efendi Mektepleri" de günün sonunda ticari birer kuruluş olduğu için farklı çap ve ebatta istikrar sorunları yaşıyordur eminim.
Ki çocukları Şemsi Efendi Mektepleri'ne göndermek konusunda da ciddi çekincelerimiz var. Bu yaş grubunda devlete ait alternatif bir eğitim çözümü olmadığı için buraya para ödemeyi sorgulayamıyoruz. Ama yıllarca "Parasız Eğitim" mücadelesi yürütmüş bir anne-baba olarak; özel okullardan yetişen insan profilinin genelini (olumlu binlerce örneğin varlığından eminim, genelleme yapıyorum) başarısız, tüketici ve itici bulan bir kişi olarak "özel okul" kavramını da çok derinden sorguluyorum.
Kısacası, evet abicim bence de 7 çok geç. Lakin ne devlet, ne özel kurumlar ailenin ve çocuğun yararına olabilecek bir çözüm kurgulayamamışlar. Biz de tüm toplumun domuz gribi aşısı karşısında düştüğü çaresizliğin bir benzerini yaşamaktayız. Okul konusuna devam edeceğim...

28 Aralık 2009 Pazartesi

Yabancı Dil


Nisan'la Güney okula başlayalı bir sene oldu, boru değil yaşadıkları günün dörtte birine denk geliyor. Toplam eğitim hayatlarının %5'ine tekabül etmez gerçi. Ben 19 sene civarı okudum, yeni nesil daha erken başlayıp daha geç bitiriyor. Her neyse, okul maceraları bir sonraki iletide.
Okul seçerken, ya da bir veli olarak (laf aramızda her şeye alıştım da; veli olmaya alışamadım. Her halde "veli" olmak, "kamil" olmaya giden yolda bir kilometre taşı..) bir sürü şeye dikkat ediyor insan. Lakin, günün sonunda bahçede top oynayan evladının arkasına havlu koyan ebeveyn pimpirikliliğine düştüğünü itiraf etmemek için; dışarıya çaktırmıyor çok fazla. Herkes ayrı hususları kafaya takmış olsa da, kimi sanata kimi matematiğe kimi sosyalleşmeye yahut güvenliğe meyletse de; hemfikir olunan tek nokta var. "Yabancı dil eğitimi önemli..."
İngilizce'yi 10 yaşında, devrin en yüksek puanla öğrenci alan; herhalde ki İngilizce eğitimi de fena olmayan Bornova Anadolu Lisesi'nde öğrenmeye başladım. 20 sene oldu tam öğrenemedim. Sınav performansım fena değil açıkçası, TOEFL falan. Ama altyazısız film izleyemem hala.
Bu sebeple ki; insan çocuğu daha erken öğrensin istiyor İngilizce'yi. Çevremde çocuğuna İngilizce bilen bakıcı tutan, anne ve babadan birisi çocukla paso İngilizce konuşan, ya da iletişimin sadece İngilizce yapıldığı okullara gönderen bir sürü aile var. El kadar çocuktan "mayneymis Güney" cümlesini duymak ilginç bir deneyim. Öte yandan itiraf edeyim ki, çocuğumla İngilizce konuşmak yapabileceğim bir iş değil. Duygularımı mı tam ifade edemiyorum, öyle bir şey.
Bir de İngilizce; anne-baba olarak bizim şifre dilimiz. Çocukların anlamasını istemediğimiz bir konuyu Mistır Füçırtens lehçesinde bir İngilizce konuşuyoruz aramızda. Mesela "Ayşen, it is late I think we should make them sleep slowly slowly."
Arabada giderken "Benim smokeum bitmiş, şurdan one package alayım.." gibi örnekler hayat kurtarıyor.
Ya da meşhur "Çocuğa karşı davranışlarınızda ana-baba olarak tutarlı olun" dalgası vardır ya. Hani anne-babadan birisi bir şeyi engellemeye yeltenirken, öbürü izin vermiş olmasın; çelişmesin hesabı. Kimi zaman anlık bir tepki vereceğin zaman hemen uyarı gelir eşten, "Erdem don't...".
Güney de kapmış bu işi. Geçen tam Nisan yemekte oyuncağını masaya donk donk vurarak kafa şişiriyordu; oyuncağı almak için hamle yaptım. Döndü "Baba dont dont eheheeh.."
Dağıttım konuyu farkındayım. Geriye doğru toplamaya çalışıyorum. Çocuğun İngilizce öğrenmesi fena bir şey değil, kabul. Lakin üç yaşındaki bir çocuk için bir nevi kariyer planı çizip, bu minvalde İngilizce'yi bu güzergaha dahil etmek hiç bir şey değilse ağır geliyor bana. Hele ki, çocuğunla anadilin dışında konuşmaya çalışırken gerçekten samimi olamıyorum. Olan vardır.
Sanırım, çocuğu onlu yaşlarda İngilizce öğrenmişken, Kuşadası'nda turist görünce arkasından itekleyip "Oğlum konuşsana niye çekiniyorsun, sor bakalım ne iş yapıyorlarmış..." diyesi bir baba modeli var içimde kimselere söyleyemediğim.
Yine de rasyonel davranmakta fayda var. İngilizce'yi hangi ilköğretim okuluna-liseye giderse gitsin; en geçi üniversitede öğrenebiliyor çocuk artık. İlla erken yaşlarda bir dil öğrenecekse isterim ki bu Fransızca falan olsun. Hem 20'li yaşlara geldiğinde iki dil garanti olmuş olur, hem bizim şifreli lisanımız bozulmaz. Hele ki bizim Bornova Anadolu'da da zamanında Almanca bölümünün puanı daha düşüktü ama daha bir keyifli, daha bir makara idiler.
Nisan'la Güney, yeni bir okula geçtiler bir kaç gündür. Ayrı hikaye. O okulda İngilizce eğitimi daha yoğun, bir üst sınıfta tüm eğitim İngilizce. Öğretmen "Honeey, let us take out our shoesss" gibi iletişim kuruyor. Şaşırtıcı biçimde hoşuma da gitti. " Wait in the lounge" modundayız, bakalım neler olacak.

22 Aralık 2009 Salı

Diya...Monolog

Güney: Ben bugün Handan Hanım'ın(okul müdürü) odasına gittim, şeker verdi bana.
Nisan: Bana ne...
Güney: Ama hiç yemediğim çok güzel bir şekerdi, mmmf...
Nisan: (Bağırarak) Ben şeker sevmiyorum. Şu an şekerle ilgilenmiyorum.
Güney: Yarın bi daha vercekmiş bana o şekerden.
Nisan: İğrenç bi kere o şeker.
Güney: Sen benim şekerime iğrenç miğrenç diyemezsin tamam mı!! (Sinirle) Eve gidince ben napçam biliyor musun kılıcımı alıcam seni kesicem. [Bu anlarda korkuyor insan bir bebekten bir katil mi yaratmaktayız, nerede hata yapıyoruz? Hayır normalde de dünyanın en barışçıl en sevgi dolu insanı. Herhalde adam öldürmeyi de Bre Güney, oyun sandı...]
Nisan: Peki o zaman anneyle baba televizyonda haberler izlerken sıkılmayacak mısın? Kiminle oynayacaksın?
Güney: Sek sek oynarım kendi başıma.
Nisan: Beni hiç özlemeyecek misin?
Güney: Derim ki "Boşveer Nisan beni sevmiyordu...". Evde tek başıma kalınca, incem yataktan gitçem bakkala domates alcam, yumurta alcam. Yumurtaları çatlatacağım tavanın içine, sonra hapuy hupuy yiyeceğim. (Derken aklına harbiden Nisan'sız kalma fikri gelir; duygulanır. Nisan'a kur yapmaya başlar. İşler gelişir...)

Disiplin

Günün birinde disiplin lehtarı bir şeyler yazacağımı beklemiyordum. 20'li yaşlara kadar disiplin, Fatih Terim'in tarzını saymazsak; lisede bir kuruldu benim için. Diğer üyeleri kimdi tam hatırlamasam da, saçının önünde bir tutam beyaz saç olan müdür baş yardımcısı Hayrettin Bey'in bu kurulun başı olduğunu "kurul"a gerçekleştirdiğim yedi ziyarette aklıma kazımışım. Çoğu siyasi sebepleydi. Manisalı Gençler'le ilgili okulda eylem yapmak, KESK'in iş bırakma eylemi için boykot tertiplemek, bildiri dağıtmak gibi onurla taşıdığım dosyalarımın yanısıra; 15 sene sonra bakınca komik gelen bir kaç disiplin ziyaretim de var.

Bornova'da bira içip okula alkollü gelmek
Derse şortla girmek (üst taraf gömlek kravat)
Boş derste batak oynamak

Nasıl oldu bilmiyorum bir biçimde bu kuruldan bir ceza çıkmadı aleyhime. Uyarı, kınama bile almadım. Herhangi bir ceza aldığımda kafama taktığım en büyük etkisi, üniversiteye gidince Kredi-Yurtlar'dan yurt veya burs hizmeti alamamak olacaktı. Ceza alsaydım Cevizlibağ Atatürk Öğrenci Yurdu'ndaki bir aylık "müthiş" barınma deneyiminden mahrum kalacak, hala 1,5 milyar faiz borcu kalan (zamanında da pek bir hayrını görmediğim) Yurt-Kur kredisinden istifade edememiş olacaktım. Ceza alsam da olurmuş sanki buradan bakınca, racon yapardık hiç değilse.

Disiplin, sonraları hayatıma bende zerresi olmayan "self-discipline" kavramıyla girdi. Okul zamanı hiç tutamadığım "Hacı bu dönem ben bütün derslere giriyom artık" yeminleri, iş hayatında bugünün işini hep öbürgüne bırakmalarım, hatta çok sevdiğim bu blogu bile istikrarla yürütemeyişim...Bende disiplin yok, bu kesin. Hayrettin Bey bir ceza vereymiş zamanında, nush ile uslanırmışım belki. Sanırım artık geç biraz.

Şimdi ise, başına buyruk davranmayı meslek edinmiş 4 yaşındaki iki arkadaşı disipline etmek zorundayım. Tam da otoriteyi kabul etmeyen, disiplinli davranmayı bilmeyen bir babaya göre bir iş. Yandık kara kara.
Doğdukları günden beri özgürlük/disiplin terazisi açık ara özgürlükten yana basan Nisan ve Güney büyüdü artık. Yavaş yavaş kurallara uymayı öğrenmek zorundalar. Toplum hayatı bunu gerektiriyor. Evde idare ediyoruz hadi, biz yokken okulda da pek iyiler. Ama beraberce dışarı çıkınca bir yerlere tırmanmalarını, atlamalarını, sokakta yerlerde yuvarlanmalarını, döküp saçmalarını bir miktar kontrol altına almak gerekiyor. Yoksa yıpranıyor insan. Misal markete girdiğimizde birisi market arabasına tırmanıyor, diğeri boy itibariyle önünü göremediği arabayı sarhoş bir şöför gibi sürüyor; biz de koridor boyunca yıkılan raflardan dökülenleri toplamak, birilerine çarpmamalarını ya da arabayı devirip bir kaza yaşamamalarını sağlamakla mükellefiz. Ha doğru, aslında alışverişe gelmiştik, bir şeyler de almamız gerekiyor fırsat olursa.
Baktık olmayacak, ki zamanında ilk gittikleri ana okulunun psikolog müdürü dediklerini anımsadık "Siz Nisan ve Güney'le çok iyi arkadaşsınız sizi anne-baba olarak görmüyor; otoritenizi tanımıyorlar."
En son, bir oyuncakçının altını üstüne getirdikleri için çocuklara olmaması gerektiği gibi bir tepki veren tezgahtar kızla kavga ettikten sonra karar verdik. Evet tezgahtar kız denyo idi, ama bizimkiler de kural tanımayı öğrenmeliydi. Dönüşte arabada başladık.
"Artık biz de kızan anne baba olacağız. Siz güzellikle söylenenden anlamıyorsunuz. Bir şeyi bir kere söylediğimizde yapmazsanız, kızacağız. Hala dinlemiyorsanız, ağlamaya-bağırmaya-kendi aranızda kavga etmeye-söz dinlememeye devam ederseniz uslanana kadar sizinle konuşmayacağız."
Dördüncü dakikada Güney havadan bir konuya ısrar edip Nisan'a bağırmaya başlayınca; ilk konuşma boykotu başladı. Boykotun ikinci dakikasında Sezercik'in ses tonuyla, 80'lerde duvarlara astığımız ağlayan erkek çocuğu posterindeki bir simayla;
"Anneciğim, babacığım neden benimle konuşmuyorsunuz? Ne yaptım ki size, hı ne yaptım? Bari dinleyin, bir şey anlatmaya çalışıyorum. Yazık değil mi bana?" cümleleriyle içimizi dağlıyordu. Ölmek var, dönmek yok.
Bir-iki günlük geçiş döneminde her yaşananı anlatmadan sadede geliyorum. Zannedersem Nisan'la Güney'in tek eksiği onları keskin biçimde sınırlayacak bir anne ve baba imiş. Bir haftanın sonunda hayatlarının en mutlu ve uslu dönemlerini yaşıyorlar. "Tamam" demeyi, "peki" demeyi öğrendiler. Renklerindeki canlılığı söndürüyor muyuz bilmiyorum; ama bizim gözlerimizdeki renklerin sönmemesi adına büyük bir adım oldu. Disiplin şart diyor, bu disiplini kendime de uygulayarak blogu düzenli biçimde güncelleme kararı alıyor; Hayrettin Ok'a korkuyla karışık bazı duygular sunarak şimdilik huzurlarınızdan ayrılıyorum.