31 Ekim 2012 Çarşamba

Açlık grevleri hep bir gerçekti. Bu dünyada, özellikle de bu ülkede. 1982'de bu ülkenin gördüğü en büyük vahşetin ortasında, Diyarbakır Cezaevi'nde ölüm orucuna girip yaşamını yitiren Kemal Pir, Hayri Durmuş, Akif Yılmaz ve Ali Çiçek her ne kadar 20'lerinde olsalar da  öldüklerinde; babamın jenerasyonuydu neredeyse. Bundan 30 sene önce, darbenin simgeleştiği yer olan Diyarbakır Cezaevi'nde ellerinde kalan yegane silahlarını kullandılar onurlarını savunmak için. Bedenlerini. Bugün darbe karşıtlığı sirkini oynayan Tarafçılar'ın, Genç Siviller'in ve benzerlerinin kolpa satırları değildi darbeye karşı ilk iradeyi koyan.
12 Eylül'ün bir başka vahşeti Metris'te yaşanırken, ben çocuktum. Abdullah Meral, Mehmet Fatih Öktülmüş, Haydar Başbağ ve Hasan Telci'nin ölüm orucuna başlama sebebi ne kadar da yalındı. "Cezaevinde tek tip elbise giymeyeceğiz". Öldüler. 90'ların başında Grup Yorum'dan bir şarkıydı benim için "Apo-Fatih-Hasan-Haydar". Ne kadar da sahiciydi, ne kadar acı. Ölmek ne kadar kolaydı ve ne kadar aylar sürüyordu.
Cezaevleri hakkında hatırı sayılır miktarda okumuşluğum, tartışmışlığım var. Özellikle siyasi tutuklular/hükümlüler özelinde Türkiye kadar sistematik baskı uygulayan çok az ülke vardır sanırım. Hani darbe koşulları ortadan kalkmıştı ya 90'larda. Tam da o günlerde, ilk gençliğimde tüm Türkiye'de abim/ablam yaşında yüzlerce siyasi mahkum yine çok temel insani taleplerle "Mayıs 1996'da yürürlüğe giren 3 cezaevi genelgesinin iptali" için günlerce gönüllü bir açlığa başladılar. 16 yaşındaydım. Ne kadar elimizdeydi birilerinin ölmemesi. En azından bağırarak yavaşlatabiliyorduk ölümü. Copla ilk tanışmamdır bu süreç. 11 abi ve 1 abla canını verdi değerleri uğruna. Dün yaşayan abi ve ablalar bugün yaşamıyordu. İntihar etmediler. Sadece durdular, sessiz, dik ve aç.
Sonra 2000 ölüm oruçları. Ekipler halinde yıllar süren ölüm orucunda, kimisini şahsen tanıdığım, kimiyle aynı masada oturduğum, kimi benden küçük 122 kişi F tipi cezaevine girmemek için sonucunu göze alarak öldüler. Onlarcası Türkiye'de bizzat devlet görevlileri tarafından yapılan en yaygın operasyonda 19 Aralık 2000 günü öldürüldü, dört duvar arası savunmasızken. Dünyada ilk kez, cezaevinde olmayan onlarca kişi ülkenin dört bir yanında ölüm orucuna girdiler. Canan ve Zehra Kulaksız'ı, Şenay Hanoğlu'nu, Gülsüman Dönmez'i, Sevgi Erdoğan'ı unutmak ne mümkün. Birisinin sonucunu göze alarak, bir iradeyle günden güne öldüğünü gördükten sonra onu unutmak; buna şahit olduktan sonra hayatı aynen yaşamak mümkün mü?
Şimdi 12 Eylül 2012'den beri, hani şu DSİP'li, Tarafçı, Genç Sivilci tuhaf tiplerin hesabının sorulduğunu sandığı 12 Eylül darbesinin 30. yıldönümünden beri yüzlerce kişi, bu ülkede seninle ve benimle aynı şehirde açlık grevinde. Aralarında 90'larda doğmuş onlarca çocuk, genç var. Hani neredeyse çocuklarımın nesli. Kaçıncı jenerasyon bu artık tek silahı canını ortaya koymak olan. Daha acı bir pazarlık mı olur?
Sorun bu ülkenin en güngörmüş aydınlarına, ölüm orucunda aracılık yapmış Yaşar Kemal'e, Orhan Pamuk'a, Livaneli'ye, Çalışlar'a, Can Dündar'a. Gün be gün ölme iradesinde olan çocukları bir kere gördükten sonra 16 yıldır yaşamak nasıl bir acı olmuş onlar için.
Sakın bana baskıyla yapıyorlar açlık grevini demeyin. 1982'de, 1984'te mahkumların birbirine psikolojik-fiziki baskı uygulayabilecek hali mi vardı Diyarbakır'da, Metris'te? 2000'de onlarca mahkum birbirinden habersiz tek kişilik hücrelerde devlet görevlilerinin o kadar "Bırak ölüm orucunu" baskısına, zorla müdahalesine rağmen neyin baskısıyla "ölümüne" direndiler. Sizin hiç değeriniz olmamış olabilir, ama bazı insani değerler vardır ki onları savunmak için ölüm nedir ki? "Hangi çılgın bana zincir vuracakmış şaşarım" dizelerini zorla ezberleyen nesiller ondan anlam çıkarmışlardır ya, kimbilir?
Anadillerinde savunma yapmak istiyor yüzlerce kişi. Yüksek yakalı hakimlerin tutanağa "Bilinmeyen bir dil" diye geçirdiği sözler annelerinden duydukları ninni, kardeşlerinin ağlaması, gece gördüğü rüya. Ne demek bilinmeyen bir dil. Kimin ne haddine?

Pek yakında vizyona giriyor Simurg filmi.  Ben bir insanın değerleri uğruna onlarca gün bilerek aç kalıp, ölmeyi göze aldığına şahit olduğum günden beri asla huzurlu uyuyamadım. Bu dünyanın bu insana çektirdiği acıdan mesul tuttum kendimi. Yalvarırım bir şeyler yapın, çocuklarımız rahat uyusun. Belki her şey gerçekten bir tutam mavi uğrunadır.


Do do sol sol la la sol


Ne okullu olmak ama. Benim zamanımda "İlkokul 1 ile 4 zordur" diye bir efsane dolanırdı ortalıkta.Doğruluğu da vardı, ilki okula başlama diğeri ise fen bilgisi gibi branşlaşmanın başladığı sınıflardı. Şimdi 4+4+4 ile zor olan sınıf 4'ten 3'e kayar mı bilmiyorum ama 1 zor olarak kalacak.
Nisan ve Güney 1. sınıftalar. Geçen sene gittikleri Evrim İlköğretim Okulu'nu ve arkadaşlarını o kadar çok sevdiler ki bu sene hiç okul arayışı yaşamadık. Yıllarını "Paralı Eğitime Hayır" diyerek geçirmiş ve paralı eğitimin hala karşısında olan bir anne-baba için çok kolay bir karar değildi bu. Sağolsun mevcut AKP iktidarı eğitime soktuğu çomaklarla bizim zor kararımızı kolaylaştırdı. Çocukları gönderme ihtimalimiz olan tam gün devlet okulları (ikimiz de çalıştığımız için başka bir alternatifimiz yoktu) bir günde kapatıldılar.
http://www.aksam.com.tr/etutlu-okullar-resmen-bitti,-anneler-uzgun--126144h.html
Özel okulların duruşu kadar hedeflediği insan profilinden de rahatsızdık. Başarıya, trendlere odaklı bir eğitim tüylerimizi diken diken ediyordu. Eğitim hayatın doğal hali neyse onu yansıtsın isterdik. Ne güzel ki, Evrim Koleji'ndeki kültür bize bu endişeyi de yaşatmadı. Hedefi mutlu çocuklar yetiştirmek olan, dışarıdaki toz-dumandan bir miktar azade ama hayatın özgünlüğünü de yapay biçimde dışlamayan bir okulumuz oldu.
Blog yazılarımın çoğunda Nisan ile Güney farkına değindim sanırım. Okul da bu farklılıklarını aynen yansıttıkları bir platform oldu.
Güney mevcut eğitim sistemine çok uygun, sorulanları yanıtlamaktan ve başarmaktan mutlu bir çocuk. Bize bile zor gelen alfabeyi harf-harf öğrenip el yazısıyla yazma Güney'i hiç zorlamadı. Aksine verilen görevi yapmaktan bir huzur duyuyor.
Nisan ise sorguluyor. Yılların klişesi "Bu öğretilenler benim gerçek hayatta ne işime yarayacak?" tavrını birinci sınıfın birinci gününden itibaren ortaya koyuyor. İkisi de farklı sonuçlara varacak farklı yollar uyguluyorlar. Bakalım nereye varacak bu mevzu?

14 Ağustos 2012 Salı

Özgürlük!!!

Soran arkadaşlarıma "Bitmeyecek bir mutluluk ve endişe istiyorsan, çocuk sahibi olmayı düşün" derim hep. Neşe tarafını ara sıra anlatıyorum. Gel gör ki, endişe tarafı satırlara dökmeyi zorlaştıracak kadar çok yer kaplıyor hayatta. Çocuk sahibi olmayanlar sürekli, olanlar ise çocuksuzken "Ben çocuğumu çok özgür yetiştireceğim, serbest bırakacağım" derler. Temenninin en şahanesidir. Gel gör ki gerçek hayatta bu çok, ama çok zor zanaat. Zor olma sebebi de, "aman çocuğumu pamuklara sarmalayayım sarayım, o dünyanın en değerlisi" saplantısından ziyade çocuğu özgür bırakabilme halinin çokça çocuğun karakteriyle ilgili bir durum olması.
Bizim Güney'i al mesela. Dünyanın en temkinli çocuğu. Dilediğin kadar özgürlüğe ittir. Çıkar parka "oğlum git oyna, özgürsün koş dilediğince" diye ver coşkuyu. Güney'in aklında binlerce şüphe vardır. " Burada mı oturuyorsunuz, başka masaya geçer misiniz? Sizi bulabilir miyim?" soruları arasından sıyrılıp, yaşayamaz özgürlüğünü. Onu gerçekten mutlu etmek için "Ben buradayım, seni mutlaka görürüm. Zaten bu park çok büyük bir yer değil. Bir tane kapısı var, istesen bile kaybolamazsın." diye sınırlarını çizmen gerekir. Ya da girsin bir bakkala de ki "Oğlum al sana 2 TL, varsa istediğin bir şey al" büyük ihtimalle alamayacaktır. Kafası karışacak, seçemeyecek, huzursuz olacaktır. Daha dün "Okula giderken bana 1 TL verin, fazlasını istemiyorum. Çalarlar malarlar" diye frenledi kendisini. Güney sınırlarını görmek ister, realist olmayı yeğler. Sınırsızca özgür olmak aklını karıştırır. Hesapsızca içip yerlerde sürünen bir sarhoşluk Güney'e göre değil. 
Yine de hayat şaşırtabiliyor. Geçen gün Güney'i çok sevip oynadığı bir balonu camdan aşağı atmak üzereyken yakaladım. "Napıyorsun?" dedim. 
"Ne derler bilirsin. Bir şeyi gerçekten çok seviyorsan onu özgür bırak" diyerek, bıraktı balonu aşağı :)
Nisan'da ise özgürlük bambaşkadır. Her kalıp sıkar Nisan'ı. Sonsuz olmadıkça özgürlük yoktur. Dünyada istediğin yerde yaşayabilirsin desen, ya ben uzayda yaşamak istiyordum diye üzülür. Geçenlerde "Artık büyüdün, istediğin yemeği istediğin kadar sen yiyebilirsin. Kendi kararını kendin ver" diyesim tuttu. (Ki çok iştahlı olmayan çocuğa bunu demek büyük risktir ebeveyn için) Nisan anında "Ben artık vejetaryen olacağım o zaman" deyiverdi. Nisan her şeyi yapabilmek peşinde, belki çoğu çocuk gibi. Taşıyabilmek, pişirebilmek, yapabilmek istiyor dilediğince. Uğraşıyor da. Detaya girmeyeceğim ama Nisan boyundan büyük işler için ortalamadan bayağı bir kaza, bir kaç dikiş, bolca doktor daha sakar. Bıraktığın her an IMDB Top 100'de aksiyon-gerilim filmi. Al-götür-dene diyemiyorsun. Nisan özgürlüğünü sonuna kadar istiyor, ona da hayat(!) bürokratik engeller çıkarıyor.
Kısacası, özgür bırakalım bırakmasına da; birisine çok geliyor özgürlük; diğerine az. İşin içinden çıkamayan yine biz. 

24 Temmuz 2012 Salı

Maviş


Bilenler biliyor, bilmeyenlere de söyleyeyim BAL'lı bir anne-babası var Nisan ile Güney'in. Kendi adıma konuşayım bu hayatta sahip olduğum 100 kimlik var ise Bornova Anadolu Lisesi mezunu olmak en yukarıda gelen ilk beştedir. Tanıdığım en doğru insanlar, en büyük maceralarım, hayattaki en büyük aşkım, isyanım, öğrenmişliklerimin çoğu BAL'dandır. İnsan olmayı bir miktar başardıysam, çoğu BAL'da içtiğim sudandır 90-97 yılları arası.
BAL'ın bana sağladığı en büyük değer de insanlar. Hiç tartışmayalım. Babamdan büyük abilerimden başlayan, çocuklarımla aynı jenerasyon sayılacak kardeşlerime kadar uzanan yüzlerce dostluk, bitmeyecek bir güven. Size bugün bana BAL mezunları arasından çok özel bir ismi anlatmak isterim. Bülent Önder Ağabeyimi, bilinen namıyla Maviş'i.
2003'te kurumsal iş hayatı ve başından kalkmadığım bir e-posta hesabının bana zincirlendiği dönemin hemen sonrası. Bütün gün burada hayat nasıl geçecek diye kendi kendime düşünür ederken keşfettiğim bir vahaydı baljoke mail grubu. Bülent Ağabey'le de orada tanıştım. Neredeyse 7'den 70'e her yaşta ortak paydası BAL olan  binlerce kişi oraya yalnızlığını, acısını, çaresizliğini, neşesini döküyor. En saf haliyle tuşlara vuruyor ve gönder düğmesine basıyor. Ki o gönder düğmesi hiç karşılıksız kalmaz. Her çaresizlik çözülür, çözülmezse de "....kardeşim senin geçen günkü konusu ne oldu? Var mı bir ihtiyacın?" yanıtı gelir. İmece kültürü mü, mahalle havası mı, köy sıcaklığı mı adını n'olur siz koyun.
Maviş Abi'yle o satırlarda tanıştım işte. Ben 20'lerimin başındayım o 40'larının. Sokağa bakınca aynı renkleri görüyoruz, edebiyattan anlıyor, yemekten ve içmekten hele. BAL'dan geçip de sistemin çarklarının bekçisi olan pek çıkmaz dostlarım. Sisteme illa ki kapılıyorsun da hayata kendi çizgisini koymayan BAL'lı pek yoktur. Bülent Ağabey de Kuzey Ege'de kendi küçük işletmesinde, yüzü doğaya dönük yaşarken bize o e-mail hesabı üzerinden az mı ışık tuttu? Monitördeki ekranlardan taştı dostluk, kanlı canlı hayata döküldü. Abiliğiyle öyle bir güven verdi ki bize. Derdimiz olduğunda ilk aradığım numaralardandı. Kafası yatmayınca "Ulen hayta, öyle iş mi olur?" diye azarlayabilen abilerden.
Yolumuz Kuzey Ege'ye her düştüğünde Edremit'e uğradık, Kuzey Ege'ye düşmüyorsa da düşürürdük. Ve hiç birisi normal olmadı Maviş Abi'yle karşılaşmalarımızın. Antika koleksiyonundan bardaklarla likör ikram ederdi, gece vakti kalkıp Gümüldür'e bir başka dostumuza sarma yemeye gidebilirdik bir anlık gaza gelip. Patlıcan patlıcan diye haftalarca konuşup patlıcansız tek bir yemeğin dahi olmadığı bir masada onlarca dost kadeh tokuştururduk. Bülent ağabeyi bir gün kırmızı fularıyla, bir gün Kaptan Swing modeli Rakun Şapkasıyla, olmadı kalpağıyla görürdün. Sanırım çok cennet peşinde koşmazdı. Eminim para pul peşinde hiç koşmazdı. Kendi cennetini kurmayı başarmış, en az kendi kadar candan eşi Kevser Abla'yla birlikte küçücük dünyasının içini renkleri ve dostlarıyla doldurmuş bir koca yürekten bahsediyorum.
Nisan ve Güney'i Edremit'e götürdüğümüzde "İki yaşında falan anlamam, gelsinler öpsünler elimi bayram harçlığı vereceğim" derken  harmanladığı bir mizah-heyecan-ağır abilik duruşu var nasıl anlatsam ki. Bak şöyle, bayram harçlığını verip yollamış ertesi gün biz Altınoluk'a gittiğimizde bizi arayıp bulmuş "Bakayım bu çocuklar nasıl yüzüyorlar" diye havuzda ciddi ciddi izlemişti çocukları. Dünya ona dar geliyordu da, bize ayıp olmasın diye söylemiyordu herhal. Başka tarifi yok.
Bülent Abi'yi bugün aniden kaybettik. Anlatabileceğim bir acı değil bu. Başka türlü anlatamadığımdan buraya bağırmak zorundayım, içim çok acıyor. Tüm dünyalılar olarak onun neşesinden yoksunuz artık. Sıkıştığımızda başımızı koyacağımız bir omuz eksik, her sabah mail grubumuzun neşesinden, didaktik abisinden gelen postaları göremeyeceğiz. "Kardeşim her şey yolunda değil mi?" diye arayıp dert kontrolü yapmayacak. Nisan ve Güney bir daha bayram harçlığı soramayacak Bülent Abi'ye.
Biz seni çok seviyoruz Bülent Abi, bize öğrettiklerin için minnettarız. Birlikte yaşadıklarımız hatrına. Bu gece senden hatıra, o iki antika kadehte birer kadeh rakı içer sonra yüzümüzü döneriz sana, Kaz Dağları'na. Senin olmadığın bir dünya bizim için çok kolay değil.

23 Temmuz 2012 Pazartesi

İçmeden hatıralardan sarhoş musun?


Başka çocuklar nasıl çok emin değilim ama Nisan ve Güney uykuları çok geldiğinde alkolü abartmış bir yetişkin ne yapıyorsa onu yapıyorlar. Anlamsız konuşmalar, gereksiz kahkahalar, dengesiz yürümek desen kafa kırma mertebesinde. O çok abartılan "abi çocuk kafası bambaşka yaee"ya yetişmenin zor olmadığını söyleyeyim, 4 duble rakıya bakar. 
Geçen gün bir biçimde kafalanmışız ve Nisan'la Güney 22:00'ye kadar ayaktalar. Yatıracağız ama iş sarhoş yatırma merasimine dönmüş. Birisi tuhaf espriler yapıp gülüyor, öteki merdivenleri emekleyerek çıkıyor, birbirlerine sarılıp öpüyorlar derken baktım olmayacak kucağıma aldım ve Nisan başladı muhabbete,

- Babaaea
- Efendim kızım?
- Bu gidişle sen beni 2-3 sene sonra kucağına alamayacaksın, hahaha
- Alamam valla, şimdi bile boyun çok uzamış.
- İşte bundan çok korkuyorum (bir anda hüzünlen, ağlamaklı ol) annemin boyu senden daha kısa o hiç alamaz kucağına (kuvvetli ağlamaya geç) ben bu yüzden büyümek istemiyorum işte. Çocukluk harika bir şey, hiç istemiyorum büyümek hiç.
 - E ben de yaşlanıyorum, yapacak bir şey yok Nisnotçum.
 - Senin daha yaşlanmana çok var, bense büyüdüm nerdeyse (böhü..)
 

11 Temmuz 2012 Çarşamba

Büyü


20 sene kadar oldu.  Grup Yorum'un ilk albümü Sıyrılıp Gelen elime geçmişti. Kasedi yine 20 küsür yıllık dostum Utku'dan ödünç almıştım. Boş bir RAKS kasede çekip çekmeyeceğime karar vermek için önce bir dinlemek adettendi. Boş kaset bile çok ucuz bir şey değildi, ancak hakedenler kopyalanırdı. Gündüz okulda elimde evirip çevirdim kaset kapağını. Yanılmıyorsam içinde şarkı sözlerinin de olduğu tumturaklı kapaklardan değildi. Bir yapraklık, şarkıların söz müziğini kimin yaptığı dışında sözlerin olmadığı bir kapak.
Akşam eve gidince. Kaset teknolojisi itibariyle A1'den dinlemeye başladım. A1'deki "Büyü" şarkısını "sihir" anlamına gelen büyü'den bahsettiğini düşünmüştüm, beni şaşırttı. Bir ninniyi andıran sözlerle bir çocuğa söylenen sözlerdi. "Büyüyüp de onyedine geldiğinde baban sana idamlar alacak" finalini ilk duyduğunda ise çarpılmayan yoktur. Ben de çarpıldım. Hep çocuk kalan Erdal Eren'e de bir selam buradan gönül borcumuz olsun.

Buraya büyümekten geldik. Daha doğrusu siz Google search'ten falan geldiniz de, ben büyümek hakkında düşüne düşüne buraya vardım. Zira Nisan ve Güney bir ayda büyüdüler.
Okulların kapanmasıyla 3 haftalığına babaanne ve dedesine giden bu iki arkadaş, son bir aylık sürede neredeyse yeni doğan bir bebeğin bir ayı gibi hızla evrim geçirdiler.
Hadi fiziksel büyümeyi kabul ettim. Küçük çakallar babanne ve dedeyi süper bağlamış, çatal-kaşığı terketmiş kendilerine yemek yediriyorlar. İştahsız kişiler ya bir de, bu metotla 1-2 kilo almışlar. Yüzme öğrenmişler, hem de gayet korkusuz, eğlenerek yüzüyorlar, atlıyorlar suya.
Ama esas büyüme duruşlarında oldu. Çalışan annelerin, yazı anneanneleriyle geçiren yazlık çocukları olarak 4-12 yaş arası çocuklardan oluşan büyükçe bir grup. Çeteler kuruluyor, dedikodular yapılıyor, kızların-erkeklerin ayrı buluşma yerleri, şifreleşmeler neler neler. Bu heyecanlar tam olarak kaç yaşında başlıyordu ki? Bizimkilerde başlamış, bu da artık aileye bağımlı çocukluktan çıktık demek sanki.
Yazlıktan dönünce bu sefer de Spor Okulu'na başladılar. Nisan ve Güney için bir sürü ilk de oradan geldi. Sporla ilgili yaptıkları faaliyetlerin coşkusu, güzel, eyvallah. Da yine esas heyecan ilk kez servise binmeye başlamalarından (kendi deyimleriyle serbis çocuğu olmalarından), harçlık almalarından geldi.
Akşama kadar "Güney'in 1 lirası vardı, 25 kuruşa şakamaka aldık, birini Özlem'e verdik, o bana 50 kuruş verdi, ben Nisan'ın patlayan sakızından tattım, ona topkek ısmarladım" muhabbeti bitmiyor, ve dinlemesi de acayip keyifli.
Dün son büyüme emaresi Nisan'dan geldi. Anasınıfından arkadaşları Zeynep, Deniz ve Umut Ali ile buluştu bizimkiler. Haftaların özlemi çılgın buluşmayla sonlandı. Ben çocukları anneleriyle bırakıp ayrıldım bir süre sonra. Bir ara benim telefonum çaldı, arayan Ayşen ama ses Nisan.

+ İyi günler beyefendi
- Buyrun hanfendi kimi aramıştınız?
+ Erdem Bey'le görüşecektim
- Benim, kim acaba arayan?
+ Ben elektrik dairesinden arıyorum. Size 155,624 dolar elektrik parası gelmiş.
- Eyvaah, napıcam ben bu kadar parayı ödeyemem.
+ O zaman bir 65 dolar verirsiniz artık.
- Tabi tabi. Sizin isminiz neydi acaba?
+ Mehmet benim adım
- E, Mehmet erkek ismi değil mi hanfendi?
+Sormayın, annemler böyle tuhaf bir isim koymuşlar işte. Bana da çok zor oluyor.
- Peki benim telefonumu nereden buldunuz?
+ Yeşer hanımı tanıyor musunuz? Ondan aldım
- Tamam hanfendi, ben yarın size 65 dolar getiriyorum.

Hadi bir milat daha aşıldı. Arkadaşla takılma, servis, harçlık iyi hoş da; ilk telefon işletmesi önemlidir, Tarihe not düşmeli. Büyüyor bizimkiler :)


10 Temmuz 2012 Salı

Ama ve çünkü


Ben bu ikizlerin farklılığını yaza yaza edebiyatçı oldum, Nisan ve Güney her yeni dönemde özgünlüklerini ortaya koymaktan vazgeçmediler. Harbiden öylesine farklı ki, kaşını gözünü demiyorum, aynı okullara gidip, aynı aileyle zaman geçiren, 7 yıldır neredeyse her saniye birlikte olan iki çocuktan bahsediyorum.
Nisan'ın dünyası "Ama"lardan ibaret. Hayatında hiç bir şeye koşulsuz evet demedi Nisan. Mutlaka bir yorum, kendinden bir çizgi, bir üslup katacak. Senin dediğine "Arkadaşa katılıyorum" diye yanıt dönemiyor.
"Adın Nisan mı ?" diye sor "Nisan ama bir sürü kişi Nisa zannediyor" der. En hayal ettiği şeyi getir önüne süslü bir elbise, bir müzik kutusu, muhteşem bir dans gösterisi "Çok beğendim ama daha değişik hayal etmiştim" der. Çünkü daha değişik hayal eder. Bir gerçek dünya vardır, bir de Nisan'ın ufku. Dünya fena bir yer değil elbette ama Nisan'ın ufkuna zor yetişir. Nisan'ın kişiselleştirmediği, kendi tarzını üzerine vurmadığı hiç bir şey yeterince güzel/renkli/komik/başarılı/sevimli/eğlenceli/vb/vb değildir. Yaşam, Nisan'ın algılarından ibarettir. Gerçek olup olmaması değil Nisan'a uyup uymamasıdır asıl olan.
Güney'e ise bir şeyi çünkü ile açıklamadığın sürece tatmin olmaz. Bırak senin açıklamanı kendisini ikna etmek için çünkü lazım çocuğa. Gece yatarken kendi kendine "Çünkü yarın erken kalkacağız" diye mırıldanıyor. Eğer yerçekimini öğrendiyse sıfırdan o ağacın altında uyuyup o elma başına düşene kadar tam ikna olamıyor. Daha dün bir merminin havada uçan bir kelebeği öldürüp öldüremeyeceğini irdeliyordu. Merminin rüzgarından, kelebeğin kanat genişliğine uçtan uca problem çözüyor her an. Matematikle, bilimle ikna edemezsen kesmiyor Güney'i. Formülle, kelimeyle, rasyonel nedenlerle açıklanamayan hiç bir gerçeklik anlamlı değil bu çocuk için.
Biz zavallı ebeveynler de iki bambaşka renk arasında lunaparktaki en kallavi oyuncağa binmiş gibiyiz. Çok zevkli, acayip eğlenceli, rengarenk ama hiç kolay değil.
Şşt, Mercedes resmini kullandım diye bozulmaca olmasın, aman;)



27 Haziran 2012 Çarşamba

Yollar


İlk kez bu kadar ayrı kaldık Nisan ve Güney'den. Evde biriken tadilat işleri vardı ve Nisan ile Güney uzun zamandır babaannelerinin yanına gitmek istiyordu, Çeşme'ye. Okulların kapanmasıyla bir Nisan'la Güney Çeşme'ye, onlarca usta (sırasıyla bizim eve)
Günümüz "Boyacı astar attı mı oraya?", "Hocam bu derzler iyi olmamış sanki?", "E tezgahın kalınlığı kurtaracak mı bu kadar payı?"gerçekliğinde sorularla ve matkap, Hilti, çekiç gürültüsü içinde Nisan ve Güney'den kalan korkunç sessizlikle geçti. 
İlk 2-3 gün belki kabul edilebilirdi. Bu kaosun içinde Nisan ve Güney'i zaptedemezdik, daha doğrusu bambaşka iki kaosun çarpışmasını izlemek zorunda kalırdık. Ama düzensizliğe alıştığımız an yoklukları bütün herşeyin üzerini örttü.
Ne güzel bir tatil geçiriyor olmaları, her gün telefonda karşılıklı raporlaşmalar, giderek artan sevgi ve kavuşma heyecanı kesmemeye başladı. Üç hafta (ki her anı arkadaş, kan, ter, gözyaşı, usta ve tozla dolmasına karşın)  nasıl hiçliğe eşit olur, yaşadık. Dümdüz. Sağolsun onlarca arkadaş, iyi niyetle "siz de kafanızı dinlersiniz", "e dışarı çıkarsınız başbaşa" "şarabı açar iki de mum yakarsınız" temennisiyle başka bir açıdan bakmaya yönlendirdiyse de bizi, Nisansızlık ve Güneysizliğin özne olduğu şu günlerin tekdüzeliğini geçirmeye yetmedi. Varsın başbaşa bir tatil yapmayalım, beni ben yapan eşsiz iki kişiden mahrum olduğumda ne başı, ne tatili allaşkına.
Bu üç haftanın akılda kalan anları yine Nisan ve Güney'in telefondaki sesleri oldu.
Bir kaç alıntıyla bitireyim de saat saymaya devam edelim.

(Nisan, sürprizini anlatırken) "Size öyle bir sürpriz hazırladım ki aklınıza gelmez. Mesela aklına hiç ama hiç gelmeyen bir şeyi düşün. İşte tam onu yaptım size, gelince göstereceğim."

(Güney, yemek yeme performansını değerlendirirken) "Valla onu bize sormayacaksın. Ben bilemem yemeğimi düzgün yedim mi yemedim mi?"

(Nisan, gelişimlerini anlatırken) "Uslandık biz"

9 Nisan 2012 Pazartesi

İncir Ağacı


O kadar çok teşekkür ediyorum ki hayata Santralİstanbul'a yakın bir evde yaşamamızı sağladığı için. İstanbul'un merkezinde bu kadar güzel bir yer olduğunu bilmiyor olamazsınız. Bilmiyorsanız da öğrenmeyin, dinginliği ayrı güzel.
Üç yıldır balkondan çok konser dinledik, sıkıldığımızda koşarak indik çimenlere, kimi festivalin sesini duyup da sonradan katıldık. Bir arkadaşım, az buçuk metafizikle de ilgilenir kendisi, "Burada çok uzun yıllar çok mutlu aileler yaşamış sanırım, inanılmaz bir elektrik hissediyorum" demişti ilk gidişinde. Doğruymuş, bir elektrik santraliyken lojmanında aileler kalırmış. Yaşamadıysak da, yüzküsür yıl sonra bir mutlu aile olarak biz de çok şey aldık Santral'den, çok şey de kattık eminim.
Nisan, Santralİstanbul'a her gidşimizde çimenlerin ortasında yapayalnız duran incir ağacına koşturur. Nisan çok seviyor o ağacı. Her bir dalını tanıyor, gidiyor okşuyor onları. Kendini taşıyabilecek dallara tutunup atlıyor. İncir ağacını özlüyor. Her mevsimini; kuru dallı sonbaharını, karlı kışını, tomurcuklu ilkbaharını, meyve dolu yazını seviyor. Nisan'ın bu dünyada en sevdiği canlılardan biri o ağaç. Biz de aileden birisi gibi biliyoruz, incir ağacımız o bizim.
Geçenlerde Nisan her bir dalını ezberlediği ağaca rica minnet Güney'i tırmandırmış. Güney dala tutunup sallanacak ve çimlere atlayacak. Ki Güney hiç bir zaman Nisan kadar gözü kara değildir. İki koluyla tutunmuş ama ne geri dönecek gücü kalmış, ne boyundan yüksek yerden çime atlayacak cesareti. Okulun öğrencilerinden birisi koşarak gelir ve der ki:
"Çok tehlikeli orası, düşersin."
Nisan hışımla iner çok güvendiği incecik üst dallardan, azarlar üniversiteliyi, ne kardeşini ne de ağacını incitmeden itinayla seçer sözlerini.
"Napıyorsun sen? Biz burada çocuğa özgüven kazandırmaya çalışıyoruz!!!"
Çünkü Nisan bu dünyaya ait değil, eminim bundan. Bildiğimiz, gerçek dünyayı genelde reddediyor. Başarmak, kazanmak güç umrunda değil. Nisan ağacıyla mutlu. Ve bu doğal haliyle hepimizi büyülüyor Nisan. Tüm insanları, insanlığı. Umrunda olmadığı gücüyle etkisi altına alıyor herkesi, kavalcının peşinden koşan fareler gibiyiz Nisan'sa eğer sözkonusu olan.
Daha bu hafta sonu, sayamayacağım kadar güzel arkadaşla birlikte serilmiştik çimlere. (Hadi sayıp bir de selam göndereyim Ebru, Hasan, Ege, Sevgi, Mete, Rana, Mina, bizim Ayşen, bizim Güney ve bir de eksiğimiz küçük Güney'e) Onlarca çocuk çimlerde top oynuyor, bisiklet, scooter biniyor, koşturuyorken bir başına tırmandı Nisan ağacına. Hepsi oradaydı ama, ne incir ağacı bunun farkındaydı ne de çocuklar. Ne yaptı nasıl hipnotize etti bilmiyorum, onuncu dakika dolmadan bütün  hepsini topladı Nisan ağacın başına. Görmedikleri ağacını gösterdi. Orda olmayan çocuklar bile duydu geldi, Nisan'ın ağacına tırmanmaya-onu sevmeye.
Nisan ağacını sevdi, çocukları sevdi. Ağacını çocuklarla tanıştırdı. Olduğu gibi durdu Nisan, ağaç olduğu gibi durdu. Ama dünya Nisan'dan sonra hiç aynı olmadı.


12 Mart 2012 Pazartesi

Biz biz biz idik

Sağlıkla ilgili anlayamadığım ikiyüzbin konudan birisiydi, diş sağlığı. Her gün, günde iki kere özel bir ihtimam gösterdiğimiz ve çürüyen başka bir organımız yok mesela. Bu ne nankörlük? Fırçası, macunu, ipi, suyu, dolgusu, köprüsü, protezine rağmen bir de düşüp gidiyorsun belli bir yaşta. Alınmaca gücenmece yok ama zorsun diş. Büyük konuşmakta zarar yok, güzel kelime ama kızımın adını hayatta da Mine koymam.
Haliyle dişlerim de benim bu düşüncelerimin yanıtını verir yıllardır. Ağrır, yamuk çıkar, sızlar, kırılır. Kısacası ben dişlerle bu geçimsizlikteyken Nisan ve Güney adına hep endişelenirdim. Bir de ikisinin de ilk iki yaşta ön dişlerini sert yerlere vurup, geçici yaralanma sicilleri varken, yersiz de değildi endişem.
Geçen hafta Dent Suadiye'nin çağrısıyla harekete geçtik biz de. http://www.facebook.com/dentsuadiye
Amaçları dişlerle ilgili doğruyu yapmak isteyen aileleri harekete geçirmekti ki, tam bizlik. Hayır bunca yıllık matemetik hayranıyım, tıpta 2+2'nin 4 etmeyişi beni hep ki derinden sarsar; 2+2'nin 5 edeceğini bile bile yola koyulduk.
İstanbul'un alışılageldk diyebileceğimiz Mart soğuğu. 1992 Mart'ında bizi Werder Bremen'i elemekten alıkoyan kar ha yağdı ha yağacak bir havada önce Bağdat Caddesi'nde uçtan uca saklambaç Nisan ve Güney'le, sonra bir koşu yarışı derken başardık etkinliğe yetişmeyi.
Pembe yanaklarımızla yığılır kalırız derken, Nisan ve Güney içerideki çocuk kalabalığını görünce tekrar enerjiye bağladılar. Onlar diş şeklinde kurabiyeler, dişçi temalı oyun hamuru setleri, bir de dünyanın en iyi üç palyaçosundan ikisiyle(birisi bundan sonra tanıyacağımız o güzel palyaçoya joker kalsın) neşeye neşe katarken bizi tanımaz oldular.
Biz de başladık önce çocuk diş hekimi Aysun Hanım'ı dinlemeye. Aysun Hanım'dan duyduklarım şu oldu; çocuktur illa ki dişini çarpar bir yerlere -endişelenmeyin çaresi var. Hatta şekere çikolataya düşkünse çocuklarınız, (olmasa daha iyi ama de ki oldular) onu bile koruyucu tedbirlerle ve tedavilerle sandığınız kadar zor olmaktan çıkarıyoruz. Bir de herkesin diş hastalıklarına yakalanma riski farklıdır, çocuğunuzun risk düzeyini öğrenip ona göre davranmanız mümkün deyip çocukların ağız sıvılarını test etmek üzere hepsini bir odaya topladı. Bir düzine çocuk örnek vermek için kaplara tükürmeye başladı ki o anı görmeyen bu kahkahayı da anlamaz. O esnada Diş Hekimi İlker Bey benzeri risk analizini biz büyüklere yapmaya çağırdı.
Ben muayene esnasında tam açıklama yapacaktım ki "Benim bu dişim ağrıyor, şunu çektirdim, bu kırık, o çürük..." diye İlker Bey benden önce davrandı "Sizin ağzınızın asit derecesi yüksek, kısacası biraz daha özel davranmanız gerekiyor dişlerinize."
Yani ben dişiyle yeterince ilgilenmeyen kural tanımaz bir hayta değilmişim. Zaten çoğu genetikmiş diş sorunlarının. Diş fırçalama dişlerin yüzeyinin %60'ını korurmuş, diğer %30 diş ipi (e malum diş yüzeyinin %30'u ara bölmeler), kalanı ise diğer faktörlermiş. Hayatımda pek az doktordan duyduğum sözler beni iyice gaza getiriyor, evet 2+2=4 ediyor. Diş tedavisi sandığımız gibi aylar-yıllar sürmüyor, dönülmez yollarda kaybolmuyoruz.
Diğer Diş Hekimi Ahmet Bey'le konuşuyoruz, çocuklar ağız testi yaptırmaktan pek memnun, oh bize vakit bol. "Yani hocam, bu kremler koltuk kılıfı gibi mi, alt taraf temiz kalsın diye kullanıyoruz?" diye soruyorum. Buna bile pozitif yanıt aldım. Diş beyazlatmak artık modern yöntemlerden kelli dişe kalıcı hasar da vermiyormuş diye aldığım sevindirici dental haberleri ucuca ekliyorum.
Kısacası, "Ooo senin dişler bitmiş hocam, seneye takma dişe geçersin" beklentisiyle başladığım bu günü 1001 iyi haber, mutluluktan kudurmuş iki çocukla bitiriyorum. Günü eski dostum Emre'nin evinde bitiriyoruz ama ayva tatlısı yiyerek bitirmeye gerek yoktu. E artık o da günün güzel kutlaması olsun.
Eyvallah Dent Suadiye, hem bana hem de çocuklara geçirdiğin güzel gün kadar gülsün yüzün. Dişlerden sanıldığı kadar çakmadım sınıfta, daha ne olsun. Dişçiye "gözümsün" demek iltifat mıdır bilmem ama harbiden gözümsün be usta.


6 Mart 2012 Salı

4+4+4

Öğretmen çocuğuyum. İki taraftan da. Annem sınıf öğretmeni, babam kimyacı. Hem de idareci. Ailemin çevresinin %90'ı öğretmen. Hem de öğretmen olmak istediği için öğretmen olmuş bir nesilden. Kısacası ben bir yetişkin olana kadar hep öğretmen gördüm çevremde. Hep birileri plan defteri yazdı, hep ailesinin ekonomik durumu yüzünden okuyamayan bir çocuğun hikayesi oldu akşam sohbetinin konusu. Bir çare arandı çocuklar okusun diye.
Eğitmenlerle bu kadar yoğun teşrik-i mesaim sonucunda ise geldiğim nokta şu. Eğitim sistemi kolayca değişmemeli, değişecekse de yumuşak geçişler olmalı. Bunun için binlerce sebep sürebilirim ortaya ama en akılcısı şu, zaten öğretmenler binbir yoksunlukla mücadele ediyorlar. Ve kahretsin ki birisine (binlercesine-milyonlarcasına...) bir şey öğretmen zor bir süreç. Emek, ilgi, motivasyon, konsantrasyon istiyor. Bu insanlara işlerine odaklanmaları gereken kolaylığı sağlamalı sistem, her sene alt üst olarak sil baştan başlamamalı.
Baksana, benim bir parçası olduğum yaklaşık 25 yıllık dilimde eğitim kaç tur değişmiş?
5 yıllık ilkokulla başladık, sonra Anadolu Lisesi sınavları vardı. Lise, branşlıdan krediliye döndü 90'larda. Öğrenci, öğretmen anlayana kadar çatladı krediliyi. 6 Mat A olamadık hiç bir zaman. Pek Amerikandı, vizyoner gibiydi. 5 sene sürdü kredili. Üniversite iki basamaktı, ilki kolay ikincisi zor. Sonra tek basamağa düştü, zor sınavı kaldırdılar. Bir ara sınavsız olacak dendi. Sonra yine iki sınav oldu. İlkokul ile orta birleşti, 5+3=8 etti, Anadolu Lisesi'nin orta kısmı kalktı. Hazırlık liseye çekildi, lise 4 yıl oldu. Hazırlık kalktı. Anadolu Lisesi Sınavı OKS oldu, LYS oldu. Sınav üç seneye bölündü, sonra tekrar birleşti sanırım. ÖYS kalktı, YGS oldu. Ortaöğretim Puanı bir ara önem kazandı, sonra kaybetti. İki sene Real Sociedad'da oynayıp kulübüne geri döndü. 7 çok geç dendi, ama okul hep 7'de başladı.
Hani şu yaşlı amcalar vardı ya biz küçükken yanaklarımızdan bıyıkları bata bata öperken, "Cebir dersiniz var mı?", Maarif Mektebi'ne mi gidiyorsun? gibi anlamadığımız sorular soran. İşte onların bir ömürde yabancılaştığı eğitim sisteminden biz 5 senede koptuk. Yeğenler ilköğretim 7'ye geçtim, lise 4'ten sonra sınava giriyom falan dediğinde zaten o amcalar kadar boş bakar olmuştuk.
Bugüne kadar, ağırlıklı olarak teknik sebeplerle değişti eğitim. Bir tek 5+3 yerine zorunlu 8 yıllık eğitimde siyasi aroma vardı. Şimdi de siyasi sebeplerle değiştiriyor başefendi sistemi. Ben öyle anlıyorum. Gördüğüm bir kaç belirgin etkisi var 4+4+4'ün, eğer başka var ben anlamadıysam lütfen anlatınız, öfkeliysek de dinlemeye hazırız.
- Okul 6 yaşında başlıyor. Branşlaşma 6+4=10 yaşında.
- Yani din dersi 10 yaşında başlayacak.
- Zorunlu eğitim 4 yıla düşmüş olacak. Aileler çocuklarını 10 yaşından itibaren çeşitli sebeplerle okuldan alabilecek. Zaten bir kaç yüz milyon nüfusu olan bir ülke vizyonu var iktidarın. Ucuz işgücü gerekiyor.
- İmam hatip okullarına da 10 yaşında gidilecek. (İmam-hatip okulunu bu kadar tartışmak bile tuhaf. Normalde imam-hatip ile motor meslek aynı kategoridedir. En fazla o kadar tartışmalı, ama garip ülke burası.)
Bunlar dışında önemli bir kalem varsa atladığım lütfen hatırlatın.
Peki bütün bu büyük siyasi resmi bırakalım teknik bir kaç noktaya gelelim, bu blogun sahiplerini de ilgilendiren.
Abilerim-ablalarım, ilkokul 6 yaşında başlayacak diyorsunuz. Yani çocukları 5 yaşını doldurduktan sonraki ilk yıl okula alacaksınız. (düne kadar bu 6 yaştan sonraki ilk sene idi. 2011 Eylül'de 2005 doğumlular okula başladı gibisinden). Mesela geçen yıl Nisan ve Güney 68 aylıktı okul açıldığında, almadınız 1.sınıfa. Seneye dediniz. 2012 Eylül'ünde yıl 80 aylık bu çocuklarla 2007'lileri (68 - 56 ay) aynı sınıfa mı koyacaksınız?
Yukarıda Güney'in kendi kendine oyun oynarken yazdığı, kendi tabiriyle "formül kağıdı" var, iyi kötü iki basamaklı sayıları toplayabiliyor işte. Tüm kelimeleri okuyabiliyor, zor bela matematik bile yazmış. Peki 2007 Aralık'ta doğmuş ve eski yasaya göre henüz anasınıfına gitmemiş (2012 Eylül'de gitmeyi düşünüyordu çünkü) çocukla aynı birinci sınıfa koyarsanız hangi çocuğa yazık olmaz? Büyüğe mi küçüğe mi, hatta ve hatta yeni atanmış 25 yaşındaki öğretmene mi?
Anasınıfı okumamış 5 yaşındaki çocukla, temel okul öncesi eğitimi almış 7 yaşındakini hangi hakla aynı kategoriye, aynı sınıfa sokarsın? Anasınıflarında bile yılın ilk 6 ayı doğanlarla ikinci 6 ayı doğanları ayırıyorlar, yaş grubu farketmemesi için. Ne hakla 2006'lı ve 2007'leri aynı sınıfa toplarsın? Hadi bu sene bunu yapmadın, seneye yapacaksın. O da olmadı 2. sınıftakilerin 8, 1'dekilerin 6 yaşında olduğu bir yıl yaratacaksın. Bir yığılma ya da bir boşluk yaratıyorsun, hangi akademik çevrelerle tartıştın bunu. Sen dindar nesil yetiştireceksin diye bir nesli nasıl harcarsın?
Çocuklara kıymayacaksınız efendiler. Eğer ki hepsi aynı döneme sıkıştıysa çocukların çektiği acılar dönüp kendine bakacaksın. Kıymayacaksın çocuklara. Eğer açlıktan ölen bebeği gördüyse bu gözler http://www.haber7.com/haber/20110425/25-aylik-Kubra-bebek-acliktan-oldu.php, her gün bir sürü çocuğu tutukluyorsan ve son 10 yılda ceza alan çocuk sayısı 10 katına çıktıysa http://www.adlisicil.adalet.gov.tr/istatistik_2010/cocuk/cocuk17.pdf , Pozantı Cezaevi'nde çocuklarına işkence yapıyorsan, annesi dersane borcu yüzünden cezaevine girdi diye intihar ediyorsa senin ülkenin çocukları, kız çocuklarına onlarca kişi tecavüz ediyorsa boşuna darbe arama telefon kayıtlarında. İnsanlığa daha büyük darbe olmamıştır çocuklara verilen zarardan başka.

1 Mart 2012 Perşembe

Dönemsel nameler

Modaya uyuyorsun ya da dönemsel modanı kendin yaratıyorsun ya. Özellikle Güney'de dönemsel olarak bulduğu ve dile doladığı bazı sözler var. Tanımlamaya yırtınmayayım, örnekle gireyim.

Şaka yaptım bilmem
Aslında okuyanlar Uğur Gürsoy'un Fırat karakterinden anlayacaktır. Düşünmemesi gereken bir şey düşündüğünde ya da söylenmemesi gereken bir şey söylediğinde Fırat "Töbe töbe-allahım affet-bok-öf-dinimiz amin" falan gibi seri arınma cümleleri söyler ya. Bu da bir dönem Güney'in arınma cümlesiydi. Bizi kızdıracak bir şey mi söyledi, olmayacak bir şey mi istedi. Karşısındaki tam durumu yadırgamaya başladığı zaman "Şak-ka yaptım biil-mem" derdi coşkulu bir melodiyle Hatta melodisi Down by The Station'ı andırırdı.

Şu an sana çok acıdım
Güney iyi gözlem yapabilen bir çocuk. Babayız mabayız ama sıklıkla da hayatta zor anlar yaşıyoruz. İki elinde sekiz pazar dört market torbası varken arabayı kilitleyip 500 ton ağırlığındaki apartman kapısını götümle iterek açmaya çalışmak, bu sırada yurtdışından işle ilgili çok üst düzey birinin araması ve Nisan'ın arkadan konuyla komple ilgisiz "Babacııım şuradaki çiçeği bana koparır mısın? Boyum yetişmiyor da.." diye neşeyle seslenmesi anındaki çaresizliği gören Güney sakince döner "Baba şu an sana çok acıdım" der. Adam o kadar iyi noktada kullanır ki bu kalıbı, kızamazsın da.

Çocukların da hakları vardır
Biz bu çocuklara baştan söz geçiremedik. Anlatmıştım bir zamanlar. Her cümlelerine mantıklı açıklamalar sağlamaya çalıştık. Sonra da açıklamasız bir şeyi kabul ettiremez olduk. Güney ve Nisan bir şey isteyecek, talep edecek olsun. Oyuncak satın almak, parka gitmek, TV izlemek, yemek yememek, dondurma. Bir çocuk ne hayal ederse işte. Olur da bunlardan birisini istedi Güney ve reddedildi. Cümlesi hazırdır, isyan doludur.
Böyle hayır diyemezsiniz. Çocukların da hakları vardır.

Belki de en çok istediği .....'dır.
Geçenlerde katıldı aramıza bu öbek. Bir gün Güney'e konuşurken "Babacığım, biz tabii ki de sizin en çok istediğiniz şeylerin olmasını isteriz" dedim.
O günden beri Güney her talebini bu sosla servis etti,
+Güney çok oynadın bilgisayarla, bırak artık
- Belki de en çok istediğim şey bilgisayarla oynamaktır

+Güney Nisan hadi yemeğe
- Belki de en çok istediğim şey yemek yememektir

+Güney taşıyamazsın o damacanayı çok ağır
- Belki de en çok istediğim şey bana güvenmendir.

+Nisan niye ağlıyosun kızım, ağlamasan?
- Belki de en çok istediği şey ağlayıp, rahatlamaktır
(uzar gider:)

28 Şubat 2012 Salı

Yenememe



Özgüvenli çocuklar yetiştiriyoruz el birliğiyle. Biz ne kadar "elleme-lafa karışma-otur oturduğun yerde" ile büyüdüysek, 2000+ nesli "ilgini mi çekti?" "aferin!", "ne güzel bir soru bu:)" ile büyüyor. Dünyayı kolay, kendisinden başkasını zayıf zannetmeye meyli var bu neslin. Dilersem tüm bu konuyu 12 Eylül'e bağlarım biliyorsunuz değil mi? Bu yazıda bahsi geçen 2006'lı çocuklar; 15 yıl önce bugün 28 Şubat'ta devirmek için darbe yapılan bir ideoloji ile 31 yıl önce yapılmış 28 Şubat'la kıyaslaması bile ayıp olacak şiddette bir darbenin sentezi bir politik ortamda büyüsünler; biz de onlardan daha olgun kişilikler umalım. Zor iş.
Hayat ufak ufak gerçek yüzünü gösteriyor yaş daha büyük sayılara evrildikçe. Hayal kırıklıkları, başarısızlıklar, mağlubiyetler ilk yıllarda ne kadar da yok. Bir kıyaslama daha gelsin, bizim neslimizde ilkokul bitene kadar yeteneklerin-ilgilerin farklılaşması yoktu. Karnesinin çoğu pekiyi olan herkes 10 yaşına kadar eşit başarılıydı. Şimdi işler çok karıştı.
Hayat diyorduk, yarış diyorduk. Güney yarışı çok sever, yendiği sürece. "Hadi baba şu ağaca kadar koşalım, ilk gelen kazanır.", "Sinirli kuşlar'da kaç yıldız aldın?" "Bir el şakabanka patlatsak mı?", "Hadi minyatür kale maç, 5'te devre 10'da biter." cümleleri Güney'indir. Ne zaman ki minyatür kalede skor Güney aleyhine 6-1 olur, koşuda fark açılır, şakabanka'da sermaye tükenir Güney kıvranır. Oyunu bozmak ister, bitince bir daha oynayalım der, maçı 20'ye uzatır. Uğraşır da uğraşır. Bu hırsla kazanır da, kolay kolay kaybetmez. Kazanma ihtimali olmayan oyuna girmez. Oyun kazanmak içindir. Eğlenmek, kazanmanın yanında ne kadar da naiftir?
Nisan ise genelde girmez rekabete. Önemli olan yarışmamaktır onun için. "Siz oynayın ben yarış sevmiyorum" der. Yense de yenilse de aynı olgunlukta, aynı asaletle terkeder oyunu. Zaten bu dünya fazla gerçektir Nisan için. Hele ki fiziksel bir oyunun, reel skoru Nisan'ın hayal gücünde herhangi bir renge karşılık gelmez. Şakabanka oynarken (Ne Şakabankaymış arkadaş, çok güzel bir oyun da değil hani :) çaktırmadan Güney'e fazla para verir. Kazı Kazan oynar, çıkmayınca, satan adam kazandı diye mutlu olur. Kazanılacak oyun oyun değildir Nisan'a. Kazanma ihtimali bile sıkıcı ve gergindir. Şu video çokça dolanıyor, izledikçe Nisan'ı görüyorum l'equip petit'in ilk onbirinde.
Oyuna ve kazanmaya iki pencereden nasıl farklı bakılabildiğini görüp seviniyorum ailemdeki rengarenk tavra.

Yeleler

R'leri söyleyemiyorum. Ama hiç söyleyemiyorum. 32 yaşındayım, r yerine "v" ile "ğ" arası bir şey diyorum. R'yi söylerken dil ile yaptığımız (yaptığınız) figürün (sanırım dili arkaya doğru büküp damağa değdirerek titretmek gibi bir şey) bir harfi söylemek için çekilen en büyük eziyet olduğunun da farkındayım.
Genelde avantaj oldu bu durum bana. "Aa r'leri söyeleyemiyor musun ben hiç farketmedim!!", "Çok tatlı senin konuşman bence" "Aynı Beyaz gibi." tepkileriyle karşılaştım. (Allah razı olsun Beyazıt'tan, sesimiz soluğumuz oldu. Ayrıca Beyaz'a Beyazıt derken de "Benim Beyaz'la olan hukukum bambaşkadır" mesajını verdim inceden. )
Küçükken dilinin altına nohut koy, üstüne kalem koy, dilini rulo yap, ip bağla, nane şekeri emerken konuş gibi teklifler alıyordum. Ben hiç üzerine düşmedim. Bir gün bir vesile farkettim ki, dilimi ağzın altına bağlayan kaslar(?) işte her neyse, oradaki yapı biraz farklı benim. Yani dili rahatça oynatıp "r" deme şansım bence yok. O zaman rahatladım işte. O gün bugündür "r"yi artık hiç söyleyemiyorum.
Nisan ve Güney çok erken konuştular. Özellikle Nisan 2 yaşına gelmeden "Hayvanlarını seven çiftçi onları hep korurmuş. Küçük kuzucuk da bundan çok mutlu olmuş." gibi öyküler anlatıyordu. Lakin bu işi 20 harfle falan yapardı. "Çüçüç kusuçuç mundan çoç mugyu oymuş" tadında bir bebek Türkçesiyle işi götürüyordu.
6 yaşına kadar hem Nisan hem de Güney harf portföylerini 27'ye kadar çıkardılar. Çüçüç kusuçuç küçük kuzucuk'a dönüştü. Ama hala her ikisi de L-R ve Y harflerini aynı sesle Y olarak telaffuz ediyorlar. Güney, okumayı yazmayı söktü tek başına. Ama Resim yazarken bize soruyor "Remzi'nin R'siyle mi, Yaşar'ın Y'si mi, yoksa Lale'nin L'si miyle mi başlıyoruz?" (Remzi ve Yaşar kim olduğunu biliyor, onlara da selamı çakmış olduk)
İlkokula gitmeden bu konuyu çözelim istedik. L sesini çıkarabiliyorlar (ben bile çıkarıyorum) ama dilleri tembele bağlamış sanırım cümle içinde hala "balık" yerine "bayık" kıvamında gidiyorlar. Ben de üzerlerine gidiyorum, L yerine Y söyledikleri zaman anlamamışa bağlıyorum. Tekrar, bu sefer düzgünce söylüyorlar. Güzel söyledikleri zaman gaz verip tekrarlatıyorum.
Bu yazı bahane olsun, bu çalışmalar esnasında Nisan'ın "Elli" yerine İngiliz aksanıyla "Ally" deyişini, Güney'in "Yıl" demek isterken "Lıy" deyişlerini kaydedeyim bugün yarın. Gelmiş geçmiş en neşeli sesler arasına girsin.
Kısacası L eğitimimiz ilerliyor. Yakında sonuç alırız. Lakin daha işin bir de R eğitimi var. Ki genetik miras gerekçesiyle R'yi söyleme ihtimalleri eminim daha az, e bir de evdeki 4 kişinin 3'ünün R'siz konuştuğunu düşün. Çocuklar R'yi bizden ya da birbirlerinden duymuyorlar da. Kısacası bu iş zor, çok zor yonca derken iki gün önce Güney (ki L'yi hala epey zor söyleyen Güney) kendi kendine bir oyun oynarken efekt yapıyor ve "tıkırrrrrı da tıktırrrrr" diye bir ses çıkarıyordu. Adamda R söyleyebilme yetisi varmış da keyfinden söylemiyormuş onu anladık. Hani birinci günden "Yeleler" (a.k.a yeyeyey) demesini beklemeyiz de, büyüyünce ağız dolusu bir "Re re re ra ra ra Gassaray Gassaray Cimbombom" çeker artık.