29 Aralık 2009 Salı

7 Çok Geç


Şimdi bizde böyle bangır bangır kampanya yapılıyorsa bilin ki altyapısı yoktur. Domuz Gribi aşısı derler, güvenliği belli değildir. Trafik Canavarını Durdur derler, yolların kendisi canavardır. Kordon Kanı lafı çıkar, neye faydası olacağı belirsizdir. Tümünün amacı vatandaşa "Sen düşün ve tedbirini al" mesajı vermek. Eyvallah güzel söylüyorsun, ama uygulamak için gerekli şartlar yoksa memlekette bu kampanya temenniden öteye geçmez ki be babacım. Hah işte 7 çok geç de böylesi bir kampanya.
Sana diyor ki "Okul öncesi eğitim çok önemli."; evet çok önemli. Bence de.
"O yüzden çocuğu erken ve en doğru yaşta doğru okula göndermek gerekir". Süper ya, bal akıyor ağzından.
"Ama devlet olarak biz okul öncesi eğitimle ilgili bir faaliyette bulunmuyor, fiili bir destekte bulunmuyor hatta denetlemiyoruz. Yerse."
Durum bu maalesef. Detaylara girmeye çalışayım. Mümkün olduğunca örnekli ve destekli giderek bu çelişkiyi anlatmaya çalışacağım.
Geçenlerde İsveçli bir arkadaşla konuşuyoruz. Kadının 1,5 yaşında oğlu varmış. İşte bebek, çocuk konuları falan.
....
- Peki Türkiye'de doğum izni ne kadar?
- Doğum öncesi ve sonrası toplam 16 hafta. Normal şartlarda yarısı doğum sonrasında kullanılıyor.
- Yani anneler 8.haftada işe dönmek zorunda?
- Evet
- Peki, çocuklara kim bakıyor? (Bu sorunun yanıtını bugüne kadar hiç bir devlet yetkilisi, Çalışma Bakanı, Kadın ve Aileden sorumlu devlet bakanı düşünmedi sanırım. İşsizlik rekoru kıran bir ülke yahu burası)
- İşte anneanne falan varsa...Yoksa bakıcı. Sizde nasıl durum?
- Çocuk 1,5 yaşına gelene kadar anne izin alabiliyor. Gerçi bir süre sonra maaşından bir miktar kesinti olsa da, yetebilecek bir maaş veriyorlar. Devletin çocuk bakım evleri de 1,5 yaşından itibaren alıyor çocukları.
- Ağlamak istiyorum...

Bakıcılardan yana neler yaşadığımızı bir ara anlatmalıyım. Zor ve sonunda annenin işini bırakmak zorunda kalmasıyla neticelenen bir seneydi.
Nisan ve Güney; uzmanların o yöndeki fikirleri ve bizim de düşüncemiz doğrultusunda 3 yaşını doldurunca okula başladılar. O zaman İstinye tarafında oturuyoruz. Emirgan'dan Sarıyer'e çocukların gidebileceği yaklaşık 20 anaokulunu gezdik fikir almak için.
En başta dediğim gibi konunun devletle uzak yakın ilgisi yok. Tamamı özel anaokulu ve kreşler. Kimisi Sosyal Hizmetler Kurumu'nun denetimine tabi; kimisi Milli Eğitim'in. Fiilen ise olmayan bir denetim. Tamamen, kurumun ve yetkililerinin iyi niyetine tabisin aslında.
Bu okul araştırmalarımızın özeti şunu söylüyor.
1. Okul öncesi eğitim veren kurumların verdiği hizmet, saat açısından genellikle çalışan bir anne-baba için yeterli değil. İlave bir bakıcı ya da anneanne/babaanne desteği gerekiyor.
2. Okul öncesi eğitim kurumları, devletten bir destek görmezlerse kendi yağlarıyla kavrulmaları zor. Ya üst segment özel okullar gibi yüksek fiyat çekmek zorunda kalıyor(ki bu da insanların ödeme gücünü düşününce kar etmiyor) ; o sebeple hizmet kalitesini düşürüyor ya da batıyorlar.
[Büyük özel okulların anaokullarını ele alalım mesela yıllık ücret açısından; ortalama 15 bin TL'den bahsetmek mümkün. (Bir de bu tek çocuğun sadece okul ücreti...Ekstraları varın siz düşünün)
İki çocuk için yıllık 30 bin lira okul ücreti, yemek ve servisle 40 bin'i geçer. Ama bir de bakıcı gerekiyor zira okulun eğitim saatleri bizim iş günümüzü kapsayamıyor. Herkese göre değişir elbet, ama bu bizim için büyük para.]
O zaman, İstanbul'da yüzlerce bulunan küçük ve bağımsız anaokullarına yönelmek gerekiyor.
Onların da çoğu eğitimle az buçuk ilgili bir girişimcinin (genelde kendi çocukları da okulun öğrencisi, zamanında çocuklarıyla ilgili bir çözüm bulamamış insanların alternatif çözümü :) 3-4 anaokulu öğretmeni, 1-2 görevliyle müstakil bir evi kreşe dönüştürerek faaliyet gösteren yerler.
Hadi bunlara mahalle mektebi diyelim, ilk kategorinin de adı Şemsi Efendi Mektebi olsun.
Nisan'la Güney; hiçbirisi bizden kaynaklanmayan sebeplerle eğitimlerinin ikinci yılına üçüncü mahalle mektebinde başladılar. Allahtan uyumlu çocuklar da, bu değişikliklerden karlı ayrılıyorlar. Travma yaşamak şöyle dursun, her değişikliği bir kazanıma-yeni bir çevreye dönüştürmekteler.
Dediğim gibi bu anaokulları genelde maddi sebepler yüzünden istikrar yakalayamıyor. Ki, "Şemsi Efendi Mektepleri" de günün sonunda ticari birer kuruluş olduğu için farklı çap ve ebatta istikrar sorunları yaşıyordur eminim.
Ki çocukları Şemsi Efendi Mektepleri'ne göndermek konusunda da ciddi çekincelerimiz var. Bu yaş grubunda devlete ait alternatif bir eğitim çözümü olmadığı için buraya para ödemeyi sorgulayamıyoruz. Ama yıllarca "Parasız Eğitim" mücadelesi yürütmüş bir anne-baba olarak; özel okullardan yetişen insan profilinin genelini (olumlu binlerce örneğin varlığından eminim, genelleme yapıyorum) başarısız, tüketici ve itici bulan bir kişi olarak "özel okul" kavramını da çok derinden sorguluyorum.
Kısacası, evet abicim bence de 7 çok geç. Lakin ne devlet, ne özel kurumlar ailenin ve çocuğun yararına olabilecek bir çözüm kurgulayamamışlar. Biz de tüm toplumun domuz gribi aşısı karşısında düştüğü çaresizliğin bir benzerini yaşamaktayız. Okul konusuna devam edeceğim...

28 Aralık 2009 Pazartesi

Yabancı Dil


Nisan'la Güney okula başlayalı bir sene oldu, boru değil yaşadıkları günün dörtte birine denk geliyor. Toplam eğitim hayatlarının %5'ine tekabül etmez gerçi. Ben 19 sene civarı okudum, yeni nesil daha erken başlayıp daha geç bitiriyor. Her neyse, okul maceraları bir sonraki iletide.
Okul seçerken, ya da bir veli olarak (laf aramızda her şeye alıştım da; veli olmaya alışamadım. Her halde "veli" olmak, "kamil" olmaya giden yolda bir kilometre taşı..) bir sürü şeye dikkat ediyor insan. Lakin, günün sonunda bahçede top oynayan evladının arkasına havlu koyan ebeveyn pimpirikliliğine düştüğünü itiraf etmemek için; dışarıya çaktırmıyor çok fazla. Herkes ayrı hususları kafaya takmış olsa da, kimi sanata kimi matematiğe kimi sosyalleşmeye yahut güvenliğe meyletse de; hemfikir olunan tek nokta var. "Yabancı dil eğitimi önemli..."
İngilizce'yi 10 yaşında, devrin en yüksek puanla öğrenci alan; herhalde ki İngilizce eğitimi de fena olmayan Bornova Anadolu Lisesi'nde öğrenmeye başladım. 20 sene oldu tam öğrenemedim. Sınav performansım fena değil açıkçası, TOEFL falan. Ama altyazısız film izleyemem hala.
Bu sebeple ki; insan çocuğu daha erken öğrensin istiyor İngilizce'yi. Çevremde çocuğuna İngilizce bilen bakıcı tutan, anne ve babadan birisi çocukla paso İngilizce konuşan, ya da iletişimin sadece İngilizce yapıldığı okullara gönderen bir sürü aile var. El kadar çocuktan "mayneymis Güney" cümlesini duymak ilginç bir deneyim. Öte yandan itiraf edeyim ki, çocuğumla İngilizce konuşmak yapabileceğim bir iş değil. Duygularımı mı tam ifade edemiyorum, öyle bir şey.
Bir de İngilizce; anne-baba olarak bizim şifre dilimiz. Çocukların anlamasını istemediğimiz bir konuyu Mistır Füçırtens lehçesinde bir İngilizce konuşuyoruz aramızda. Mesela "Ayşen, it is late I think we should make them sleep slowly slowly."
Arabada giderken "Benim smokeum bitmiş, şurdan one package alayım.." gibi örnekler hayat kurtarıyor.
Ya da meşhur "Çocuğa karşı davranışlarınızda ana-baba olarak tutarlı olun" dalgası vardır ya. Hani anne-babadan birisi bir şeyi engellemeye yeltenirken, öbürü izin vermiş olmasın; çelişmesin hesabı. Kimi zaman anlık bir tepki vereceğin zaman hemen uyarı gelir eşten, "Erdem don't...".
Güney de kapmış bu işi. Geçen tam Nisan yemekte oyuncağını masaya donk donk vurarak kafa şişiriyordu; oyuncağı almak için hamle yaptım. Döndü "Baba dont dont eheheeh.."
Dağıttım konuyu farkındayım. Geriye doğru toplamaya çalışıyorum. Çocuğun İngilizce öğrenmesi fena bir şey değil, kabul. Lakin üç yaşındaki bir çocuk için bir nevi kariyer planı çizip, bu minvalde İngilizce'yi bu güzergaha dahil etmek hiç bir şey değilse ağır geliyor bana. Hele ki, çocuğunla anadilin dışında konuşmaya çalışırken gerçekten samimi olamıyorum. Olan vardır.
Sanırım, çocuğu onlu yaşlarda İngilizce öğrenmişken, Kuşadası'nda turist görünce arkasından itekleyip "Oğlum konuşsana niye çekiniyorsun, sor bakalım ne iş yapıyorlarmış..." diyesi bir baba modeli var içimde kimselere söyleyemediğim.
Yine de rasyonel davranmakta fayda var. İngilizce'yi hangi ilköğretim okuluna-liseye giderse gitsin; en geçi üniversitede öğrenebiliyor çocuk artık. İlla erken yaşlarda bir dil öğrenecekse isterim ki bu Fransızca falan olsun. Hem 20'li yaşlara geldiğinde iki dil garanti olmuş olur, hem bizim şifreli lisanımız bozulmaz. Hele ki bizim Bornova Anadolu'da da zamanında Almanca bölümünün puanı daha düşüktü ama daha bir keyifli, daha bir makara idiler.
Nisan'la Güney, yeni bir okula geçtiler bir kaç gündür. Ayrı hikaye. O okulda İngilizce eğitimi daha yoğun, bir üst sınıfta tüm eğitim İngilizce. Öğretmen "Honeey, let us take out our shoesss" gibi iletişim kuruyor. Şaşırtıcı biçimde hoşuma da gitti. " Wait in the lounge" modundayız, bakalım neler olacak.

22 Aralık 2009 Salı

Diya...Monolog

Güney: Ben bugün Handan Hanım'ın(okul müdürü) odasına gittim, şeker verdi bana.
Nisan: Bana ne...
Güney: Ama hiç yemediğim çok güzel bir şekerdi, mmmf...
Nisan: (Bağırarak) Ben şeker sevmiyorum. Şu an şekerle ilgilenmiyorum.
Güney: Yarın bi daha vercekmiş bana o şekerden.
Nisan: İğrenç bi kere o şeker.
Güney: Sen benim şekerime iğrenç miğrenç diyemezsin tamam mı!! (Sinirle) Eve gidince ben napçam biliyor musun kılıcımı alıcam seni kesicem. [Bu anlarda korkuyor insan bir bebekten bir katil mi yaratmaktayız, nerede hata yapıyoruz? Hayır normalde de dünyanın en barışçıl en sevgi dolu insanı. Herhalde adam öldürmeyi de Bre Güney, oyun sandı...]
Nisan: Peki o zaman anneyle baba televizyonda haberler izlerken sıkılmayacak mısın? Kiminle oynayacaksın?
Güney: Sek sek oynarım kendi başıma.
Nisan: Beni hiç özlemeyecek misin?
Güney: Derim ki "Boşveer Nisan beni sevmiyordu...". Evde tek başıma kalınca, incem yataktan gitçem bakkala domates alcam, yumurta alcam. Yumurtaları çatlatacağım tavanın içine, sonra hapuy hupuy yiyeceğim. (Derken aklına harbiden Nisan'sız kalma fikri gelir; duygulanır. Nisan'a kur yapmaya başlar. İşler gelişir...)

Disiplin

Günün birinde disiplin lehtarı bir şeyler yazacağımı beklemiyordum. 20'li yaşlara kadar disiplin, Fatih Terim'in tarzını saymazsak; lisede bir kuruldu benim için. Diğer üyeleri kimdi tam hatırlamasam da, saçının önünde bir tutam beyaz saç olan müdür baş yardımcısı Hayrettin Bey'in bu kurulun başı olduğunu "kurul"a gerçekleştirdiğim yedi ziyarette aklıma kazımışım. Çoğu siyasi sebepleydi. Manisalı Gençler'le ilgili okulda eylem yapmak, KESK'in iş bırakma eylemi için boykot tertiplemek, bildiri dağıtmak gibi onurla taşıdığım dosyalarımın yanısıra; 15 sene sonra bakınca komik gelen bir kaç disiplin ziyaretim de var.

Bornova'da bira içip okula alkollü gelmek
Derse şortla girmek (üst taraf gömlek kravat)
Boş derste batak oynamak

Nasıl oldu bilmiyorum bir biçimde bu kuruldan bir ceza çıkmadı aleyhime. Uyarı, kınama bile almadım. Herhangi bir ceza aldığımda kafama taktığım en büyük etkisi, üniversiteye gidince Kredi-Yurtlar'dan yurt veya burs hizmeti alamamak olacaktı. Ceza alsaydım Cevizlibağ Atatürk Öğrenci Yurdu'ndaki bir aylık "müthiş" barınma deneyiminden mahrum kalacak, hala 1,5 milyar faiz borcu kalan (zamanında da pek bir hayrını görmediğim) Yurt-Kur kredisinden istifade edememiş olacaktım. Ceza alsam da olurmuş sanki buradan bakınca, racon yapardık hiç değilse.

Disiplin, sonraları hayatıma bende zerresi olmayan "self-discipline" kavramıyla girdi. Okul zamanı hiç tutamadığım "Hacı bu dönem ben bütün derslere giriyom artık" yeminleri, iş hayatında bugünün işini hep öbürgüne bırakmalarım, hatta çok sevdiğim bu blogu bile istikrarla yürütemeyişim...Bende disiplin yok, bu kesin. Hayrettin Bey bir ceza vereymiş zamanında, nush ile uslanırmışım belki. Sanırım artık geç biraz.

Şimdi ise, başına buyruk davranmayı meslek edinmiş 4 yaşındaki iki arkadaşı disipline etmek zorundayım. Tam da otoriteyi kabul etmeyen, disiplinli davranmayı bilmeyen bir babaya göre bir iş. Yandık kara kara.
Doğdukları günden beri özgürlük/disiplin terazisi açık ara özgürlükten yana basan Nisan ve Güney büyüdü artık. Yavaş yavaş kurallara uymayı öğrenmek zorundalar. Toplum hayatı bunu gerektiriyor. Evde idare ediyoruz hadi, biz yokken okulda da pek iyiler. Ama beraberce dışarı çıkınca bir yerlere tırmanmalarını, atlamalarını, sokakta yerlerde yuvarlanmalarını, döküp saçmalarını bir miktar kontrol altına almak gerekiyor. Yoksa yıpranıyor insan. Misal markete girdiğimizde birisi market arabasına tırmanıyor, diğeri boy itibariyle önünü göremediği arabayı sarhoş bir şöför gibi sürüyor; biz de koridor boyunca yıkılan raflardan dökülenleri toplamak, birilerine çarpmamalarını ya da arabayı devirip bir kaza yaşamamalarını sağlamakla mükellefiz. Ha doğru, aslında alışverişe gelmiştik, bir şeyler de almamız gerekiyor fırsat olursa.
Baktık olmayacak, ki zamanında ilk gittikleri ana okulunun psikolog müdürü dediklerini anımsadık "Siz Nisan ve Güney'le çok iyi arkadaşsınız sizi anne-baba olarak görmüyor; otoritenizi tanımıyorlar."
En son, bir oyuncakçının altını üstüne getirdikleri için çocuklara olmaması gerektiği gibi bir tepki veren tezgahtar kızla kavga ettikten sonra karar verdik. Evet tezgahtar kız denyo idi, ama bizimkiler de kural tanımayı öğrenmeliydi. Dönüşte arabada başladık.
"Artık biz de kızan anne baba olacağız. Siz güzellikle söylenenden anlamıyorsunuz. Bir şeyi bir kere söylediğimizde yapmazsanız, kızacağız. Hala dinlemiyorsanız, ağlamaya-bağırmaya-kendi aranızda kavga etmeye-söz dinlememeye devam ederseniz uslanana kadar sizinle konuşmayacağız."
Dördüncü dakikada Güney havadan bir konuya ısrar edip Nisan'a bağırmaya başlayınca; ilk konuşma boykotu başladı. Boykotun ikinci dakikasında Sezercik'in ses tonuyla, 80'lerde duvarlara astığımız ağlayan erkek çocuğu posterindeki bir simayla;
"Anneciğim, babacığım neden benimle konuşmuyorsunuz? Ne yaptım ki size, hı ne yaptım? Bari dinleyin, bir şey anlatmaya çalışıyorum. Yazık değil mi bana?" cümleleriyle içimizi dağlıyordu. Ölmek var, dönmek yok.
Bir-iki günlük geçiş döneminde her yaşananı anlatmadan sadede geliyorum. Zannedersem Nisan'la Güney'in tek eksiği onları keskin biçimde sınırlayacak bir anne ve baba imiş. Bir haftanın sonunda hayatlarının en mutlu ve uslu dönemlerini yaşıyorlar. "Tamam" demeyi, "peki" demeyi öğrendiler. Renklerindeki canlılığı söndürüyor muyuz bilmiyorum; ama bizim gözlerimizdeki renklerin sönmemesi adına büyük bir adım oldu. Disiplin şart diyor, bu disiplini kendime de uygulayarak blogu düzenli biçimde güncelleme kararı alıyor; Hayrettin Ok'a korkuyla karışık bazı duygular sunarak şimdilik huzurlarınızdan ayrılıyorum.

18 Ağustos 2009 Salı

Siz doğduğunuzda


Gece uyumadık
İzmir'e kar yağmıştı
Galatasaray'ın henüz sadece 15 şampiyonluğu vardı (Fener 16, Beşiktaş'ın karışık o işler, Trabzon hep 6)
Babam ve Oğlum yeni bir filmdi
Orhan Pamuk Nobel almamıştı
Ahmet Necdet Sezer Cumhurbaşkanıydı
Yılmaz Özdil Sabah'ta yazıyordu (Tırttı o zaman da..)
Vodafone Telsim'di
Maç önü köftesi iki YTL idi
Yirmialtı yaşındaydım
Kolbastı yoktu
Kol düğmem yoktu
Ailton Beşiktaş'tan ayrılalı bir gün olmuştu
Hayal gücüm dardı
Yalnızmışız, bilmiyormuşuz...

Öyle bir geçer zaman ki

Hem de su gibi. Yaz(a)mayalı ne kadar olmuş, ne çabuk geçmişsiniz siz ikiniz iki metreyi, hangi ara "moralim bozuldu" demeyi öğrenmişsiniz. "Nasıl büyüdünüz anlayamadım" diyeceğim günün birinde, demem sanar artistiğim boşuna. Baba halimle yuttuğum, eskiye dair tüm genco tükürükler gibi bunu da yutarız.

Bir sene geçmiş üzerinden, bir diplomam fazla olsun diye finans kitapları arasında koşulmuş bir sene. Çok laf, çok arkadaş, çok sigara, çok fotokopi. Adam 9 saniye 58'de yüz metre koşmuş. O hızda koşulmuş bir sene. Kaç kilometre ediyorsa o kadar koşmuş, o kadar yol gitmişiz. (329.185 kilometre, 803 metre 76 santimetre ediyor. Toplasan o öğütleri -neredeyse- buradan Ay'a yol olur.) Nisan'la Güney 12 santim uzamış toplamda. 12 santimin kaçmış bazı milimetreleri var, içim yanıyor. Aya gitmeye değmez. Neil Armstrong gitti Ay'a, bir mevzu yok diyor.

Zaman fena geçiyor. Hiç bitmeyen 21 yaşını falan düşününce; amanın nerelere geldik etmez mi insan. Dur ulan zaman, gitmeyiveririz tatile icabında. Bir daha kendi bebeğni kucaklayamaycak bir baba olarak, içim gidiyor geçen anlara. Kim çocuğuna doymuş ki.

Yazmayı unutmuşum, kesin. En baştan beri sözü burayı getireyim istiyordum; daldan dala toplayamadık. (Sanki) Sinan Cemgil'in annesinin ağzındanmışçasına(ymışçasına). Grup Yorum'un Marşlarımız kasedinden. Oğlunun en son yirmilerindeki halini bilmek nasıl bir acıdır? Hiç bir şey bu kadar etkilemez beni hayatta, bu şiir kadar. Sinan Cemgil'in kendisi de çok etkiler ama bu şiir daha bir...

"...Sen ne zaman büyüdün de
Ne zaman kaptırdın gönlünü o Nurhaklar’a?..."
Zaman çok fena geçiyor...Bak salı oldu, ayın 18'i.



Eski duvar diplerinde karanlık sular
Ay vurmuş gölgelenmiş kuytular
Canım oğul, güzel yiğit, al gel kanlı gömleğini
Sana nasıl kıydılar?
Ben bu yürek yarasını bir gece Elbistan’da duymuştum
Akşamlar bir karakuş gibi sağılıp inerdi tenha yollara
Yıldızlar dut kokardı, iğdeler ay kokardı
Öflez ışıkları yol boylarında Osmanlı karakolları
Tilkiler üşüşünce akşam yıldızıyla bağlara
Kelepçemin karasına bir ak güvercin-nazlı nazlı canım yiğit, süzüm süzüm
Canım oğul- gelip konardı
Ben bu yürek yarasını bir gece Elbistan’da duymuştum
Ekmek yedim, su içtim ben nasıl yadsıyayım?
Ya nasıl yadsıyayım o ishaklı selvilerdeki ay ışığını
Ya bu kanlı gömleği ben kime giydireyim?
Sen ne zaman büyüdün de
Ne zaman kaptırdın gönlünü o Nurhaklar’a?
Sen daha bebek bebek, sen daha baba baba
Canım oğul, o kıraç topraklarımın yaban gülü, yiğidim
Sen ne zaman büyüdün de düştün yollara?
Yolunu mavi kumrulardan, taylardan sorar oldum
Hala duruyor mu telefon tellerinde
O mavi kargaları Maraş topraklarının?
O karanlık çalıları, o çoban döşekleri, o müslüman kayalar?
Beni sordun mu gözüm
O kanlı toprakların menekşeli sabahlarından?
Çıkınımda kara zeytin bile yok
Kara alman kelepçesi bileklerimde
Bileklerim -canım oğul- yeni yeni başladı sızlamaya
Sen büyüdün de demek
Düştün demek o damar damar kınalı topraklara
Tüketmişim yirmi yılı -canım yiğit-
Bir salkım üzüm gibi
Canım oğul, güzel yiğit
Al gel kanlı gömleğini, sana nasıl kıydılar?

Son söz.
Bu kadar zaman demişken, zamanı değilse de saati durdurma adına okumalı yaz bitmeden...


2 Mayıs 2009 Cumartesi

Bize Hergün 23 Nisan

Geçen sene 23 Nisan' da çocuklara 23 Nisan' ın çocuk bayramı oldugunu anlatmaya çalıştım bir süre. Tahmin ettiginiz gibi işte, bu bayramda her yerde çocuklara eglenceler hazırlanır, okula giden çocuklar tatil yapar, gösteriler hazırlar vesaire vesaire

Sessizce dinlemişlerdi önce, sonra "biz bi şey konuşcaz" deyip salona gitmişlerdi. 5 dakika sonra mutfaga geri gelip kararlarını bildirmişlerdi. "Bu bayramın adı yirmiüç nisan ve yirmi üç güney olsun"

Aradan geçen bir senede o kadar çok şey degişti ki, Nisan ve Güney okullu oldu anne gene emekçilige döndü. İş hayatı ve okul anıları girdi eskiden evin demirbaşı olan bu üçlünün hayatına. Baba bile okula başladı, yüksek lisansla birlikte evde sürekli bir okul lafı oldu.

Erdem' in okulu hazırlıkları yetiştirip sahneleyemedi ama Nisan ve Güney 23 Nisan gösterisini yetiştirdiler.

Bu gösteri için birer Atatürk şiiri ezberlemişler, bir masal aktivitesi, bir dans gösterisi, bir de tabi orta grup ve büyük grubun benzer aktiviteleri.

Gösteriye damga vuran Nisan' ın bitmek bilmeyen masal girizgahı " bir varmış bir yokmuş evvel zaman içinde kalnur saman içinde, develer tellal iken, pireler berber iken, ben ninemin beşigini tıngır mıngır dallar iken, bir tane çok güzel ülke bu ülkede çook güzel saçları olan çook güzel bir prenses yaşarmış...."
Ve Güney' in Atatürk şiiri oldu.

Nisan ve Güney gösteriden bir gün önce prova yaptılar. Sanırım orada Güney, "mikrofon görünce şiire giricem"şeklinde bir kayıt yapmış kafaya.

Olay şöyle gelişti.

Okul müdürü anons ediyor; Şimdi gösteriden önce bütün çocuklarımızı sizi selamlamaları için sahneye çagırıyoruz.

Çocuklar önünde alçacık bir mikrafon bulunan sahneye dalar dalmaz Güney aradan sıyrılıp mikrafona yapışıyor ve "Atatürk yoktu, düşman çoktu" diye giriyor.

Kolundan çekiştirilip götürülüyor, seyirci yıkılıyor.

Okul müdürü anons ediyor; "Şimdi de küçük grup sizlere masal anlatacak. Güney mikrofona koşup "Atatürk..." diyor.

Miniklerin dans gösterisi anons ediliyor ve tahmin edilen üzere Güney simli parlak dans pantalonu ile mikrofona Atatürk deyip kaçıyor.

Lütfen bu satırları okurken aklınıza Züğürt Ağa' da Şener Şen' in ilk patates sattıgı anı getiriniz.

O kısık, çekingen "papatiz" diyen sesi.

Lütfen ilgili resimleri aşagıda eklenmiş bulunuz. ( İş hayatı, please find the related pictures enclosed below' dan istem dışı tam çevirtti. alternatif cümle bulamadım)




Geyik Muhabbeti


3 yaşında iki delinin dialogudur;

Nisan- Anne, Güney biliyor musunuz ben büyükken denizler prensesiydim.

Güney-ya ben? ya ben? ben de denizler korsanıydım hem de papaganlı olanlardan

Nisan- Bizim bir gemimiz vardı. Kaza yaptı çok kötü. Biz denize düştük.

Güney- Yaralandınız mı? Kanadı mı?

Nisan- Çok kötü yaralandık. Kanlar fışkırdı. Benim kafam kanadı. Bütün tayfalar miçolar yaralandı. Denize düştük, bogulcak gibi olduk. Bütün deniz hayvanları bize yardım etti. Mesela fok balıgı, mesela deniz anası mesela deniz domuzu ama pembe.

Güney- Ya ben? ya ben? Ben de yardım ettim, biz iyi korsanlar bütün köpek balıklarını dövmedik mi sanki? Kürekle vurmadık mı kafalarına? Sizi biz almadık mı gemimize? Biz de kurtardık sizi.

Nisan- Evet, tamam. Siz kurtardınız ama bizi deniz kaplumbagaları götürdü hastaneye, çok muayne olduk biz, çok tedavi olduk, günlerce

Güney- İgne de yaptılar mı?

Nisan- çok yaptılar, popumuza yaptılar, kolumuzdan kan aldılar, serum bagladılar bize.

Güney-Yara bandı yapıştırdılar mı?

Nisan- Bissürü yapıştırdılar. Heryerimize yapıştırdılar.

Güney-Çorba içirdiler mi size, hasta çorbası?

Nisan-İçirdiler tabi, ben hepsini içtim çabucak iyileştim, saçlarım hemen belime kadar uzadı tabi

Güney-Peki ya fındık?

Nisan-Fındık?

Güney- Evet evet fındık yedirdiler mi size?

Nisan -Yedirmediler?

Güney- Aaa neden ki?

Nisan-Bilmem ki Güney, belki akıllarına gelmemiştir. Kimin aklına hastaya fındık yedirmek gelir ki?

Güney- Öyle deme ama, fındık çok yararlı bi şey hem de çok saglıklı!


Ne diyim ben? Hayatta da kafası bu kadar güzel iki insan daha tanımadım, bu yaştan sonra da tanıyacagımı sanmam.


*Resim temsilidir.


18 Şubat 2009 Çarşamba

Kuş çıkacak

Üç yaşıma kadar taş çatlasa 10 fotoğrafım var, kat'a 11 değildir. Nisan ve Güney'in ise bu periyoddaki arşivi 50 gigabyte. Elmayla armut gibi dursa da bilgisayarlarını yeni açan izleyicilerimiz için bir küçük dip not, 50 gigabyte'lık en üstün teknolojili bellek bile; 36'lık fotoğraf albümünden ağır çekiyor.

Her neyse, 2006 Ocak doğumlu Nisan ve Güney'den bayağı bir önce başlamıştı dijital fotoğraf makinası serüvenimiz. Bilgisayarın olduğu sürece (ki var); Kodak bayisine tab ettirmeye gitmeye üşendiğin sürece (ki üşeniyorum) dijital fotoğraf makinesinden özge yar olur mu? Fotoğraf başına para vermiyorsun, sınırsız çekiyorsun, negatifini kaybetme stresi yok. Megapixel desen gırla gidiyor. Helehoyt.

İki bebek hayatımıza girmeden önce bir halt sanıyorduk bu üstün teknolojili aygıtları. Biz karı koca poz veriyoruz, bir arkadaş ya da kafedeki garson çekiyor. Şlaks, arkada İstanbul Boğazı falan. Vaooovv..Fotoğraftan zerre anlamıyorum, anlamak istemiyorum. fotoğrafçı olacak birisi değilim. Ona rağmen nefis hatıralar arşivleyen böyle kurgulu bir hayatta sorun çıkarmayan bu cihaza diyorduk, vay bre bre nasıl teknoloji. Bak 3.2 megapiksel. Memory Stick çok mu doldu, sonlara doğru VGA çekiyorduk falan. Çözmüşüz olayı. Ne zaman ki hareketlerini bizim koordine edemediğimiz bünyelerle (Nisan ve Güney) yüzleşti, o bit kadar kırmızı ışık 4 kere yanıp sönene kadar hareketsiz durmayı sevmeyen gençlerin karşısına çıktı bu Sony'nin, Nikon'un sözde teknolojileri ; ahan da orada cortlayıverdiler. Yukarıya koyduğum resme bak allaşkına, gül yüzlü iki çocuğu Lost'taki kara duman gibi çekmişsin Nikon, bu nasıl iş? 50 gigabyte resmin 47 gigabyte'ı resim değil bir muamma, bir kaos.

Gittik iyisini aldık, yok dostum yok. Tüketim toplumu her seferinde dikildi karşımıza "Daha iyisini al, optik zum, kontakt lens, titreşim önleyici, SLR, Cybershot..." Anacım çoluğumun çocuğumun albüme konulacak 20-30 resmi olsun, gigabayt'ta değilim ama titremesin, harbiden fotoğraf olsun pause'a basılmış video karesi gibi görükmesin istedik, olmadı. SLR dediler, tripot dediler. Yahu bir boku da uzmanı olmadan yapsak, idare edecek kadar be ya.. Beginner level, you got it?

Asrın mucizesi diye sattınız o dalgaları bana, Nikon-Sony-Canon bilmem ne; babayaro 50 gigabayt resmi nereye saklayacağız hiç demediniz? Bilgisayara koyuyoruz, back-up al diyorlar çöker; taşınabilir hard-disk'e koyuyoruz ama hard-diskin de bir yere düşmelik ömrü var iki çocuğun olduğu evde kaç gün dayanır; dvd'ye yazıyoruz dvd 40 sene dayanır mı belli değil. E anamla babam benim 10 resmimi kapağında bebek resmi olan bir albüme koymuşlardı, yangın çıkmadığı sürece o evde ebediyen yaşayacağını biliyorum. Yangın çıktı mı zaten ilk o hard-diskler tırtlar, yangına can mı dayanır? Hadisene len Kobayashi (şair burada Nikon'un CEO'suna sesleniyor) anlatsana nerde saklıycaz bu resimleri 30 sene? Haşa bastır, tab et deme; el birliğiyle batırdığınız Agfa'nın, Fuji'nin hıncıyla tartaklarım seni.

Bir ikincisi hayatımızı kolaylaştırıyordu, filmi bitmiyordu bu dijital dalganın. Bilider, filmi bitmese de pili bitiyor. Ve öyle tırt tasarlamışsınız ki benim bakkaldan aldığım hi-tek, anpil gibi dandik marka pillerle çalışmıyor bu teknoloji harikası. Senden pilin biteceğini bir gün önce öngörüp şarj etmeni istiyor. Vay bana bana. Ayarla amperini mamperini bunu tasarlarken artık her şeyi de ben söylemeyeyim, gezide turda pilsiz kalan vatandaşım alsın bakkalından panasonic pilini, hayatına devam etsin magapiksel megapiksel.

Uzun lafın kısası, çocukların 50 gigabayt resmine karşılık, şu üç yılın en nadide arşivi Sıraselviler Zümrüt'te gidip çektirdiğimiz 40 tanesine bir dijital makine parası verdiğimiz kağıda basılı fotoğraflar. Öbür 50 gigabayt'tan toplasan 40 tane adam gibi resim çıkmaz. Öyle bir gaza gelmişim ki, dün çocukların daha net resmini çekmek (ışığında isosunda zumunda değilim) sadece hareket eden iki çocuğu karelemeyi becerme amacıyla diye şu önü döndürülen, içinden objektifler çıkan lensler giren dijital ama eski tip görünümlü, çok bin dolarlık makinelerden almak üzere buldum kendimi. Şirket yılbaşı primi yatırsaydı alacaktım öyle de bir Erol Atar olmuştum. Primler limon oldu, kendime geldim.

Uzun lafın kısası dijitalden tiksindim ki nasıl tiksinmek. Karar şu, seneden seneye 1 Mart'ta gideriz Zümrüt'te çektiririz abi. Şıkır şıkır, üstümüz pak olur. Koyarız albüme durur. Mis. Zaten prim de alamamışız, hey ki hey.

31 Ocak 2009 Cumartesi

Uzundur Bu Yollar Giderim Gözüm Kara # 2

4 kişilik bir aile olarak, güç bela da olsa mobil olabileceğimizi test edip onaylamıştık. Hem İsviçreli bilim adamları da çocuklarla gezmenin gayet de mümkün olduğu sonucuna ulaşmışlardı. Tabi "Sizin memleketin insanı soğukkanlı oluyor. Çocuklarınız da maşşallah pilli bebek gibi, düğmesine basınca susuyor, isteyince uyuyor" denmiyor elin bilim insanına. Biz de hayattaki pek çok laf gibi bunu da kıçından anladık ve gayet akdeniz insanı olan iki kaplan yavrusuyla biz, mobilin daniskasıyız diyerek teee Çemişgezek' e gitmeye karar verdik. Erdem Çemişgezekli. Talihin de bir oyunu mudur nedir tanıştığımız 10 insandan biri de Çemişgezekli çıkıyordu zaten. Herşey bir yana benim kütük gitti Çemişgezek'e, ben bizzat gidememişim hiç olur mu? Bir tatil haftası Yaşar dede Çemişgezek' e Babaannemizi ziyarete gitti. Biz de geliyoruz dedik.
O zamana kadar Nisan ve Güney konformistin önde gideni. Küçük popolar arabalar için olan bebek koltuğundan başka yer görmemiş, toplu taşımanın yanından geçmemiş, kafayı kaldırıp da uçağa bakmamış. İşte bu gezi vesilesi ile 1,5 yaşındayken taşıtlar ünitesinin doktorasını verdiler. 2007 yılının ağustosundan bir sabahta, ahir ömürlerinde ilk kez uyandırıldılar. Şaşkınlaştılar. Taksiye bindiler, oradan büyüklüğüne inanamadıkları Havaş otobüsüne, Ankara uçağına, oradan Elazığ uçağına, Elazığ' da şehir merkezine giden panelvana, Elazığ' dan Çemişgezek minibüsüne, Kayıkbaşı' ndan feribota...




Şunca yıldır şeklim hamilelik dışında değişmemişti. Erdem üniversitede bile saçlarını en fazla Nihat Doğan kadar uzatmıştı. Ama ne hikmetse Çemişgezek' e giderken, Erdem at kuyruklu ve küpeli idi ben ise saçlarımı turuncuya boyatmıştım. "Haaa kızıl yani" demeyin. Şu ders çalışırken önemli yerleri çizdiğimiz kalın uçlu keçelilerin turuncusuna boyattım. Fosforlu. 27 yaş krizi. Hala deliyim lağn haykırışı. Nisan ve Güney zaten karikatür. Çemişgezek' i sallayacağız diye korkuyorum, bilmiyorum ki Çemişgezek bir nevi Alaçatıdır, Çeşmedir, Kuşadasıdır.
Uçakta skylife dergisinin resimlerini o kadar uzun uzun ve yeniden yeniden anlattım ki çocuklara, şu an bile aklımdadır o renkli peynir topları, Kapadokya otelleri. Ama çıtlarını çıkarmadan, sadece meyve suyu dökerek, yemek tabağını yere atarak, yastıklara ayakla basarak, yani sakıncasız afacanlıklarla geçirdiler yolculuğu. Kayabaşı'nda feribota bindik. Güney feribotta bir abinin kucağına gitti kendiliğinden. İlk oluyordu bu. Tamam arkadaşlarımızı seviyorlardı, insana alışıktılar ama ilk kez kendi isteği ile, durduk yere, çağrılmadan gitti. Abi de direk, " Sen Güney misin? Erdem' in oğlan mısın?" dedi. Merhaba Çemişgezek dedim. Herkesin herkesi bildiği, her gelenin yolunun gözlendiği, bu yoldan gidenlerin varabileceği tek durak Çemişgezek. Her insanın her insanı tanıyor olmasının güveni, unuttuğumuz hemşerilik huzuru merhaba.
Ben sanırdım ki, Çemişgezek iki üç katlı betonarme evlerden ibarettir. Bir ağaçlık park vardır ve genç erkekler volta atmaktadır orada. Bizler ev gezmelerine gideceğiz ve akrabalarla tanışacağızdır. Oysa şunca yer gezdim, şunca insan, insanca ağırladı beni ama böylesini görmemiştim, tatmamıştım. Ben göze nedir bilmezdim, akarsuda yalınayak yürümemiştim. Çocuğumu bir başkasının kucağına verip de bir kadeh rakı içmemiştim daha.

Çemişgezekte bir ev bile bildiğim evlerden değildi. Kimi medreseydi, kimi yalı, kimi Safranbolu gibiydi, kimisi Birgi konağı. Gözlerimi alamadım medresenin televizyon ışığı yansıyan pencerelerinden. Babaanne evi de ayrı bir derya idi. Parlatılmış kavak ağacından bembeyaz merdivenler, parka bakan cam önünde sert yastıklar, oda içinde odalar, odalar, çok odalar. Duvarda nişler, niş içinde babaanne şekerlikleri, gümüşlükte torunların düğün resimleri. Çemişgezekte bir fincana sırtını dayamış bana gülen 23 yaşındaki Ayşen ve Erdem.
Ev parka bakıyordu. Parkta kocaman salıncaklar, ikili, tekli. Boy boy kaydıraklar. Kocaman park. Geceleri dolup dolup boşalıyor. Vardiyalı gibi misafirleri. Büyükler banklarda oturup laflıyor, çocuklar neşeli ve sanki çocuk gelişimi kitabının örnek resmi gibi tutarlı, mantıklı. Kendini yere atan, sümüğü yüzünün tozunda iz yapan yok.
Hemen parka çıktık ayağımızın tozuyla. Herkes tanıyor beni. Annemi soruyorlar. Tayini çıktı mı diyorlar. Benim akrabalarım. Özendiğim o geniş aile. Mahalleliler, babaannemizin ektiği komşuluğu biçiyorum. Çocuklar geliyor; o an ilk kez tanışıyorum. 10-12 yaşlarındalar. "Yenge, ben şunun gelininin kızıyım, bu da amcamın oğlu. Biz azıcık eğletelim mi sizin çocukları, izin verir misin? Hem sen azıcık oturup dinlenirsin." diyorlar. 1,5 senede bu cümleyi en olması gerektiği gibi kuran ilk kahraman onlar. Olur diyorum. Ve gerçekten öyle güzel eğletiyorlar ki çocukları, kahkaları çınlıyor. İçim rahat, kaydıraktan tutarak kaydırıyorlar, salıncağı usul usul sallıyorlar, cee eee yapıyorlar, ayı, yıldızı, kaydırağı söyletmeye, abla, abi dedirtmeye çalışıyorlar.

Gece, ay ışığında, beyaz sabun kokulu çarşafta, panzer zincirinin takırtısına rağmen, huzurla uyuyoruz. Kahvaltıya Yaşar dede Yağlı ekmek diye benden 3 michelin yıldızı alan bir ekmek getiriyor fırından. İçine tereyağ sürüyoruz, köy peyniri koyuyoruz, halis bal yediriyorum çocuklara. Doğal yumurta amma da büyükmüş şaşıyorum, yumurtanın gerçek boyutunu unutmuş olmama daha çok şaşıyorum.

Baba ( Yaşar Dedesi Nisanla Güney' in) bize Çemişgezek turu yaptırıyor. İn deliklerini gösteriyor, Erdem' in merdiveninden düştüğü eski evi, ilk görev yaptıkları okul, anneannemizin evi, her evden birileri hoşgeldiniz diyor, bize de gelin diyor, gidiyoruz.

Araba ayarlamış baba, gıdik etinden güveç yaptırmış fırına, babaanneyi, güveci alıp çaybağına gidiyoruz. Bir tanıdığın bağ evinin önündeki banka çöküyoruz.

Gıdik dediğin keçi. Ama bu et, güveçte öyle lezzetli ki, biberi, domatesi o kadar pişmeye rağmen hala mis gibi kokuyor. Ekmeğimiz kofti ekmek değil, mis gibi köy ekmeği.

Ben hiç göze görmemiştim. Çayın kaynağı göze, suyun topraktan çıktığı yer. Suyun en temiz en saf hali. Öyle de lezzetli ki bir ömür daha da ne kola sürersin ağzına ne bira, evin o gözenin yanında olsa. Öyle piknikte üşenecek ne var? Tabak mı kirlendi? Sok çaya yıka, su pırıl pırıl. Susadın mı bardağı daldır gözeye iç. Ben sekiyorum yosunlu taşlarda uzun eteğimle, elimde su şişesi ile, baba ardımdan "bakın hele benim güzel kızıma" diyor. Kayınbabam, babam o an gurur duyuyor benimle, anlıyorum. Babaanneme bakışından okuyorum " işte benim gelinim anne" der gibi bakıyor. Düşmüyorum şükür ben.


Çocukları soyuyoruz, altlarında bez sadece. Ellerine taş veriyoruz. Saatlerce taş atıyorlar suya. "Deddeee daaaş daaaaş" Çocuklarım konuşmayı öğreniyor Çaybağında.

Gitmeye yakın çöpümüzü yakıp temizlemek istiyoruz ama elimizde taşı olmayan bir çakmak bir de gazı olmayan çakmak var. Başaramıyoruz. Bağ evinin camsız penceresinden uzun dallar sokup küçük tüpü kenara yaklaştırıp oradan ateş yakmayı tam başarıyoruz ki, bu ne açıdan bakarsanız acaip görünen çabamızın tam neticesini alacakken, bağevinin sahibi Sami Abiler geliyor.

Kimse niyeti sorgulamıyor Çemişgezekte. Çay koyuyor bize Yenge. Torunları İrem 5-6 yaşlarında. Alıyor çocuklarımı, kumluk alana eğletmeye götürüyor. Keklikleri gösteriyor Nisan ve Güney'e. Nisan ve Güney çamur ve toz içinde. Memişlerine kadar karpuz suyu iz yapmış tozlu vücutlarında yol yol. Miniş ayaklar kırışmış suyun içinde, ha keza eller de. Saçlar kum içinde. Ama mutluluktan bayılmak üzereler.



Akşam babaannenin kurnalı banyosunda bol suyla yuğuyorum ikisini, paklıyorum.Yine parka çıkmak istiyorlar. Dedeleri, sapından tutup ittirince çıngır mıngır yapan tekerleklerden almış. Çocuklarla paylaşıyorlar oyuncaklarını. Amma çok ilke sebep oldu burası diyorum kendime.

Akşam herkes uyuyunca, o parka bakan camın önünde, kahve yapıyorum kocama, birlikte kahve sigara keyfi yapalım diye. Cam ikinci katta, alçakta, yere oturunca göğüs hizasına geliyor insanın. Sokaktan geçeni görmek için eğilmeye gerek yok, ama sokaktan geçen seni görmek için kafayı bayağı bir kaldırmak zorunda. İşte ben kahveyi uzatmak için eğilince dışarıda bir adamın kafasını görüyorum ve donuyorum. Adamı o kadar net görmek için adamın 3 metre boyunda olması lazım. Sonra panzerin ucunu görüyorum elimin değeceği mesefade. Adam "iyi geceler, Fatma Abla'ya selamlar" diyor, panzer gidiyor. Daha 1 saat önce askılı bluz giymiş kızlarla, şortlu gençler karışık gruplar halinde geziyordu dışarıda, kadınkadına tempolu yürüyüş yapanlar, birkaç aile birlikte aheste gezenler vardı bu yolda. Daha demin burası Bodrum çarşısı gibiydi.

Hayat ne garip, insan hep aynı aslında. Hani mesela Filistin' de insanlar ölüyor ya, biz itiraf etmesek de sanıyoruz ki onlar yakın olduğunu biliyor ölüme, hani bir anne çocuk doğururken erken öleceğini bilerek doğuruyor, bir nefer daha yetiştirmek adına. Değil aslında. Her ana aynı aşkla seviyor çocuğunu ve nerede olursa olsun hep keyif alabilmek için yaşıyor insanlar. Aşk da oluyor mermi vızıltısında, doğum da, saz da söz de. Olmazsa zaten yaşamak için mücadele etmek anlamsız. Mayın üstünde yatsan da, ölüm hep aynı uzaklıkta sanıyor insan, ipek yatakta yatana olduğu kadar uzakta sanıyor.

Hayat panzere rağmen güzel, alışılmış, keyifli Çemişgezek' te. Huzurlu, ılık, ağaç kokulu, ayışığı, kahkaha sesi dolu gecelere uyuyor, taptaze sabahlara uyanıyoruz en alaca aydınlık saatlerde.

Ertesi gün Oğuz Abi davet ediyor bizi, sabahı gezerek geçiriyoruz. Kader Ablalara gidiyoruz. Nefise Abla da orada.Çocuklar gene kucaktan kucağa. Bir tek Çemişgezekte insanlar sıraya giriyor çocuklara bakmak için. Bir amaç onları sevmekse diğeri de bizi dinlendirmek ve doğruya doğru en çok da Çemişgezekte dinleniyorum. Öğleden sonra evden araba ile aldırıyor bizi Oğuz Abi. Ben kendimi valiyi ziyarete giden kardeş şehir belediye başkanı gibi hissediyorum.

Bizi cennete götürüyor Oğuz Abi, Santral denen yerdeyiz. Bağ altında, çayın kenarındayız. Etraf yemyeşil, yeşil suya yansıyor. Su tarihi bir köprünün altından akıyor. Ve ben bu manzarayı ne avrupa manzaralı takvimlerde, ne de doğadan yağlıboya resimler kataloğunda görmedim.

Bir de hiç o günkü kadar çok mangalda et yemedim. Yenge bir masa kurmuş ki o kadar olur. Mezeleri tatsam doyacağım, tatmasam meraktan çatlayacağım. Rakının suyu da gözeden ki, tadına doyulmuyor. Çemişgezekte herkesin yanında, çocuklardan uzakta olmak kaydıyla gelinler sigara ve rakı içebiliyor.
Ben diyorum ki, "Abi ben kenarda çocukların yanında oturayım ki, onları yedireyim, oynatayım." Oğuz Abi diyor ki " Yengeciğim, sen şu manzarada ağız tadıyla yemeğini yiyip rakını içemezsen ben ne anlarım seni ağırlamaktan. Sen gel benim oğlanlar ilgilenir onlarla." Nerede görülmüş 13 ve 19 yaşında iki erkek 1,5 yaşında ikiz çocuk oyalayabilsin? Çemişgezek' te görüldü.

Ve bu kadın da ayağını soktu çayın buz gibi suyuna, telledi sigarasını, dikti sek rakısını, perperine ekmek bandı, pirzola sıyırdı, kocasına sarıldı.

Akşam bizi meydana bıraktılar. Şansımıza şenlik vardı o gün. Urfa' dan sıra gecesine gelmişlerdi. Bir de baktık Nefise Abla, kızları, oğlu. Hooop çocuklar gene kucaktan kucağa. Tam Güney Nefise Abla' nın kucağında gazoz şişesi ile oynarken Anne aradı. O ara İstanbul' da büyükdede rahatsız, onun yanında. Geçmiş olsuna misafirler gelmiş. Telefonu kucağında annemin torunu olan Nefise Abla' ya veriyorum, telefonun öbür ucunda da anne, Nefise Abla' nın torununu tutuyor kucağında. Kilometrelerin ne anlamı var ki o saniyede? Kaç kere yaşanır o an, 4 farklı şehirde yaşayan 4 farklı aile arasında?

Son günümüzde İsmet Abi ki Kardelen kasabının sahibi kendisi, bizi öyle bir yere pikniğe götürüyor ki, görünce diyorum " dünya burada bitiyor sanki" Dağın taşın bittiği yer orası. Böyle tırmansan dağa, ardına baksan uzayı göreceksin sanki.

Araba girmez yollardan yürüyoruz ulaşabilmek için. Çaya girip çıkıyoruz. Yol boyu koca bir leğen taşıyor İsmet Abi. Bir bildiği vardır diye sormuyorum. Çayın iki kola ayrıldığı, aslında o çayın asıl başladığı yere varıyoruz. Ben dünyanın bittiği yerdeyiz sanırken yakınlardan bağlama ve davul zurna sesi geliyor. Nasıl oluyorsa hafta içi ya da sonu farketmiyor. çay boyunca hep birileri piknikte.
O leğen çocuklar içinmiş. Dolduruyoruz suyla. Çocuklar çimiyor içinde, suya taş atıyorlar, şişeye su dolduruyorlar. Sonra İsmet abi, taşlar arasında bir ateş yakıp, üzerinde sadece kekik dökülmüş bir et pişiriyor. Et pişmaniye kıvamında dağılıyor ağızda. Çocuklar Erdem' in elinin iki katı büyüklüğünde et yiyiyorlar, ben ise yediğimi söylemeye utanıyorum. Petek bal getirmiş İsmet Abi, Bir koca peteği de hiç ediyoruz 3 kişi. Ben o güne dek bal yememişim.

Ertesi gün, Erdem' i askere uğurladığım günden sonra ilk kez ağlıyorum bir vedada. Babaanneye sıkı sıkı sarılıyorum. Eve dönüp dönüp bir daha bakıyorum. Bir daha gelmek isterim ama hiçbir ziyaret bu denli güzel olmayacak biliyorum. İlkler hep güzeldir, özeldir
Dönüşte, uçakta başıma ağrı giriyor. Üzüldüm sanırım. Erdem ikizleri yanına alıyor. Yemek yediriyor. Susmadan masal anlatıyor, müzik dinletiyor.
Havaalanında bir adam durduruyor bizi inince.
Erdem' e diyor ki " Beyefendi rahatsız ediyorum ama, ben de iki çocuk babasıyım ama sizin gibisini hiç görmedim. Siz benim gördüğüm en ilgili, en sabırlı babasınız. Benim olamayacağım kadar iyisiniz. Tebrik etmek istedim" diyor. El sıkışıyorlar. Hepimizin gözü doluyor.
Ayşe Arman gibi olacak ama, sevgilimi seviyorum. Aileme aşığım. Yaşadığım coğrafyayı, kütüğümü, yeni akrabalarımı seviyorum. Çocuklarıma "biliyor musunuz siz 1,5 yaşındayken biz Çemişgezek' e gittik, çayda çimdik, yüzdük" diyebilecek olmayı seviyorum.

Yaşar Babamın yüzündeki o mutluluk ve huzur ifadesini görmüş olmayı seviyorum.

O Çemişgezek' ten yeni nesil bir Aksakal Ailesi geçti demek isterdim ama o denli bir hayal ülkesiydi ki Çemişgezek, bizim hayatımızdan bir Çemişgezek rüyası geçti diyebiliyorum en çok.

Gitmesek de görmesek de o köy bizim köyümüz şarkısı yok artık.

İçinde Munzur aşkı geçen her şarkı var, şu Dersim' in dağlarına yazılan türküler var.


Acı Not: Bir Müfit Amca vardı. Erdem' in büyük amcası. Dedesinin kardeşi. Çemişgezek gezisinin en renkli insanı idi. Öperim öperim derdi, iki eliyle el sallardı, yolumuza çıkıp "size döner dürüm yaptıram" derdi. Neşesi, güleryüzü, o yaşında o enerjisi anlatılamazdı. Anlatamadım zaten. Kaybettik Müfit Amca' yı. Onu yazamadım. Elim varmadı. Ama anmadan geçmek de Çemişgezek'e ayıptı. O hep Çemişgezek' te kalsın istedim. Kameraya çekmişim de bir resmini çekmemişim Müfit Amca' nın. O renkli sima, satır arasında siyah renkli bir cümle olarak kalmasın dedim. Rahat uyusun. Gülücüğü hepimize bulaşsın, o yaşımıza değin dilerim bizi bırakmasın.

14 Ocak 2009 Çarşamba

Betonite

İkiz çocuklarımız olacağını, hele de bir kız bir erkek olacağını öğrendiğimiz andan itibaren seçilmiş insanlar olduğumuzu sandık. Daha iyisi olamazdı. Mucizeyse, evet buydu. Sağdan soldan gelen "Ayy sizin de işiniz zor"cuları savuşturuyorduk. Nedir ki, daha ötesi bir mutluluk mu var niye manyak gibi kötümserleşiyoruz?

Bu diyalogların üzerinden aşağı yukarı 3,5 sene geçti. Bu 3,5 senenin pek azında, çocuklarımdan birisiyle dingin başbaşa bir vakit geçirebildim. İki şehir, on bakıcı, bolca telaş, hep kaos arasında anne ve/veya babasıyla başbaşa kalıp zevkten mayışan bir çocuk figürü pek az göründü. Ve anladım ki, birbuçuk milyon güzel yönüne rağmen ikizeşi olmak (Nisan ve Güney doğduğu gün öğrenmiştim bu kelimeyi. Doktor, raporunda çocukların herbirini ikizeşi sıfatıyla betimliyordu) çocuk için biraz da şanssızlık. Anne başta olmak üzere herşeyi paylaşmak, başbaşa kalmak, yalnızlık yok hayatında.

Bu bitmeyen hareketin, kaosun ve kalabalığın hayatımızdaki ana etkisi de şu oldu arkadaşım. Yapmak istediklerimiz, çocukların yapmak istedikleri ve yapılması gerekenlere yetişemedik. Gücümüz, birisi oyun hamuru oynamak isterken öbürü yatak odasındaki battaniyeleri getirip çadır kurmak isteyen ve bunları yaparken evi deli gibi dağıtmaktan zevk alan iki çocuk+ birisi çocuklara bir kitaptan masal okumak isterken öbürü parmak boyası yaptırmak isteyen ama çocukların özgürce evde takılmalarına mani olmak istemeyen anne baba + pek sağlıklı ürünler almak üzere gidilmesi gereken market, pişmesi gereken bol vitaminli yemek, toplanıp huzurlu hale getirilmesi gereken zıvanadan çıkmış bir ev'in tümüne yetemedi.

Şöyle anne çocuğuyla başbaşa bir alışverişe gitsin, baba sakince çocuğunu salıncakta sallasın olmadı. Yerine gözlerimi bukalemun gibi ikisi iki ayrı yöne bakacak biçimde belertmeyi öğrendim, iki kucakta iki çocuk varken market arabası sürmeyi başardım, iki kulağımla iki ayrı monoloğu dinleyip beynimin bir lobuyla ona bir lobuyla öbürüne yanıt hazırladım. Özgür ruhlu olsunlar istedik, paylaşmak zorunda oldukları için hiç bir şeyden mahrum kalmasınlar, her sorularına fazlasıyla doyurucu yanıt alsınlar, çocukların genelinden fazla haklara sahip olsunlar istedik. Bu sefer de, o özgür ruh-o anarşist tavır geldi karşısındaki tek otorite olan bizi vurdu iyi mi?

Pek zekiler tü tü tü maşallah, biliyorlar-yapıyorlar-diziyorlar-kuruyorlar. Ama nereden bilelim verdiğimiz "sözle ikna" sanatının gelip bizi vuracağını. Hareket, heyecan, macera gırla bizim evde. Ama otorite yok. Yani anne-baba otoritesi yok. Tek hakim Nisan ve Güney, şikayet değil kat'a, gizli bir gurur hatta. Ama durum ne derseniz beton gibi otorite görüyorum çocuklarımdan, anam babamdan görmediğim bir hakimiyet. Yine de insaflılar canım, Ayşen'le iki kelime konuştuğumuz oluyor akşamları falan. Betonite betonite betonite bu.