29 Haziran 2010 Salı

Basit Makineler

Kaldıraç, makara, eğik düzlem falan işte basit makine dediğimiz. İlkokul, ortaokul günlerinin flaşlarından. Eğer ki ikiz çocuğun varsa (hadi tek çocukta da bir yere kadar kabul ederim) ömür basit ve basitin bir üstü makine üzerinde geçiyor. Hayatı kolaylaştırma, elleri boşaltma çabası işte.İkiz arabası hususundaki görüşlerimi paylaşmıştım Chicco yazısında. Bu postu da bebek arabası üzerine yazma sözü verdim, zira anlatacaklarım var.
Bir sonraki yazının konusunu inceden ifşa etmek fena olmuyor. Bir taahhüt yaratıyor, insanın aklını topluyor. Dan Brown'dan, Aşk-ı Memnu'nun senaristlerinden öğrendik bu ayarları ;) Müteakip yazı Frenk diyarına bir güzelleme olacaktır efendim. Bilginize;
1 Mayıs'ta depodan çıkardık dedim ya ikiz bebek arabasını, aslında o bizim daha portatif anlar için kullandığımız küçük ikiz arabamızdı. Tatilde falan çok işe yarardı. Hafif, küçük, baston "stayla" bir ikiz arabası. Kelepir kapatmıştım Kemeraltı'ndan yıllar önce laf aramızda.
Bir haftalığına Paris Komünü'nün havasını solumaya giderken Ayşen ısrar etti "Gel şu iki arabadan birini tamir ettirelim, orada çok faydası olur." Gücüm yettiğince direndim, karşı çıktım "Hayatta da taşımam, büyüdüler hem, yürüsünler, alışırlar, araba bize yük olur, vesvese
yüvesvisü..." Sonunu söyleyeyim burda, n'olacak, Dan Brown kadar para kaldırmıyorum bu işten. Haksız çıktım. Badem oldum.
Fransa seyahatinden bir gün önce Ayşen, anne ve babasına bir biçimde tamir ettirtmiş küçük ikiz arabasını. Bir iki perçini kırılmıştı, oralara bir şeyler takmış bir bisikletçi mi neciyse artık. Araba iş görüyordu. Ben de bu kadar koordinasyonu görmezden gelemedim, yüklendim arabayı.
Çocuk sahibi olmayanlar bilmez, puset tarzı ekipmana ait özel bir uygulama var uçaklarda. Tıpkı el bagajı gibi son ana kadar elinde tutabiliyor, çocuğunu gezdirebiliyorsun uçağa binene değin. Ama puset benzeri materyal kabin içine almak için fazla büyük ve şekilsiz olduğundan tam uçağın kapısında hostesler "merhaba" derken, oradaki bir görevliye veriyorsun puseti bagaja bir yere koyuyor. Ne el bagajı ne de "normal" bagaj muamelesi. Biseksüel bir tarz, araf bir ortam pusetinki. Biz de uçağa binerken teslim ettik puseti, uçaktan iner inmez almak üzere.
Üç küsür saatlik yolculuğun sonunda, Bienvenue France'mi artık neyse, Fransa'ya hoşgeldiniz.
Kapıdaki görevlilerin İngilizce bilmemesini geçtim, THY'nin hostesleri bile Türkçe'yi unuttu. Öylesine bir iletişim problemi. Puset nanay oldu. Hala "ben bilirim"lerdeyim. Ne gerek veradı be Ayşenello taşıdık buralara, hayırlısı oldu kayboldu, zayi oldu. Oh.
Hayatımda ilk gördüm CDG havaalanında bagajları almaya gittik, bagaj hattında rötar yazdı. Siz geldiniz, sağ salim indiniz ama bagajlar 20 dakka takılacak süretecek bi yerlerde dediler kibarca. Bekledik biz de.
Bagaj geldi, bavul geldi, çuval, valiz ne varsa geldi. Bizim ikiz puseti yok. Allahtan bir aile daha bekliyor onlarla birlikte durduk biz de. Artık ben anlatmaktan sıkıldım, sonunda kavuştuk basit makinemize.
Sonra ver elini Paris. Ve Paris'in dördüncü dakikasında tüm artistiklerimi yuttum. Euro'nun geçerli olduğu bir medeniyetteysen, yani kaldırımlar geniş, yani arabalar saygılıysa; bebek arabası hayat kurtarır. Rahatça akar gidersin, çocuklar yorulmaz, sen sürtersin. İkna oldum bu basit makinenin nimetine. Çocuklar boyunlarını zor yerleştirse de uyumayı başardılar. Yorulduklarında dinlendiler, enerjim fazla geldiğinde son sürat koştum puseti ite ite....
Ta ki....Yılmaz Güney ve Ahmet Kaya'nın Pere Lachaise'deki mezarlarını ziyarete gidene kadar. Kabristan her yerde kabristan herhalde. Zemin engebeli, bebek arabasının en fazla yük binen noktası bir yerde kırılıverdi. Orada bile arıza ben. Atalım gitsincilik yaptım. Ayşen direndi.
Bundan sonrası gerçek hikaye işte. Paris'in sokağında, barında, Disney'inde, landında, kafe'sinde, kümesinde kah inşaattan plastik kablo bağı araklayan, Cezayirli bakkaldan keten ip dilenen, yerden vida toplayan, çilingire dert anlatan ve an be an arabanın patlayan bir vidasını toplamaya çalışan biz çılgın Türkler.
Gerisini görsel anlatayım, sonu trajik. Paris'te, gurbette bir çöp tenekesi yanında sonlanmış bir hayat. Hakkımızı çoktan helal ettik sana ey Kemeraltı işi küçük puset, çok yükümüzü taşıdın, sen de bize edecek misin?





28 Haziran 2010 Pazartesi

Yepyeni Bir Hayat Gelir

Önce özeleştiri. Düzenli yazmak bir meziyet ya da bir görev. Ne olduğunu bilmesem de, her zaman yakalayamadığım bir ritmi var bu işin. Her yazdığına bir kulp takmayı görev bildiğimiz Hıncal'ı, Özkök'ü, Oray Eğin'i başarıyor; ben başaramıyorum. Sebep aramayacağım, mazeret didiklemeyeceğim ama düzenli yazmayı deneyeceğim. Hep. Söz.
15 sene olmuş baharı ilk kez meydanda karşıladığımızdan beri. Hayatımın yarısı miting alanlarında geçti desem yalan olmayacak. Dayağı, ses kısılmasını, copu, biber gazını öğrendiysek de; kalan iz ne geniz yanması, ne sırtta morluk. Onur, gurur, gelenek, kardeşlik kazanıyor günün sonunda.
2007-2008 ve 2009 1 Mayıs'ında yaşanan şiddet, çocuklu bir aile olarak katılmamızı engelledi açıkçası. Taksim ısrarını gönülden desteklesek de, maaile orada olamadık. O zaman ilk teşekkür, üç senedir canla, dirençle Taksim diye bastıran tüm dostlara. Tarihi yazdınız, tarihe yazıldınız. Tarihçiler not etmiyorsa da ben buraya yazıyorum.
1 Mayıs'ta Taksim'de bulunan her rengi anlayabiliyorum sanırım. Hayatta övündüğüm üç-beş meziyetten birisi. Şu dergi neci, bunlar kimden ayrılanlar, e eşicnseller niye bölünmüş, anarşistler girmeyecek mi meydana sorularını ve yanıtlarını az çok takip ediyorum, dinlemeye çalışıyorum. Biz de küçük ailemiz artı ortaboy çevremiz olarak orada bir renktik. Ve ne güzel ki 1 Mayıs alanında, dünyanın herhangi bir yerinde olduğundan daha fazla biz de anlaşılıyorduk.
Nisan'ın Paris Hilton Tarzı'ndan, Güney'in her gördüğünü istemesine, sloganlara yarım yamalak eşlik etmelerinden, Harbiye TRT önündeki yeşillikte çiçek toplamalarına, on dakika çılgınca koşup (Osmanbey'i komple transit geçtik) yarım saat bomboş durmalarına kadar manasız görünen her stili "insan doğası" "çocuktur olacak tabi" diyerek anlayan 1 Mayıs 2010 katılımcılarına da binlerce teşekkür.
Nasıl ki 1 Mayıs'a çıkarken insanlar sandıktan bayrak-pankart çıkarırsa biz de apartmanın altındaki depodan Nisan ve Güney'in bebek arabasını çıkardık, iki senedir binmedikleri. Lojistik kolaylık dedik, koşarız dedik, dinlenirler dedik. İyi demişiz. Bir sonraki post arabayla ilgili bu arada ;)
Üçüncü teşekkürü de isim isim verelim, Remzi-Derya(+Çınar)-Savaş-Murat-Fatmagül-Oya. İyi ki oradalardı, Nisan ve Güney 1 Mayıs'ı hatırlayacaklarsa, oradaki renkler kadar dostlarla da hatırlayacaklar. Çocuklar sıradışı olayları ve sevdikleri insanları dayanak yaparak hafızalarını diri tutuyorlar. Ha bir de sürpriz bir tanıdık, bu blogun takipçilerinden Emek. Nisan ve Güney'i Şişli'de koşarken tanıdı. Müthiş mobilitemizin ortasında onbeş saniye diyalog kurabilmiş olsak da kendisiyle; günün en güzel sürpriziydi bize.
Kabotaj Bayramı'nın haftasına 1 Mayıs yazısı yazıp da, şu şenlikliydi, bu kitleseldi demek komik kaçacak. Ama 1 Mayıs 2010'da Taksim'de ne varsa güzeldi. Nisan ve Güney zaten güzeller :)
Gazeteci değilim yarın öbürgün belgesel yapayım ama, N&G olur ya belki gazeteciliği seçerler. Oradaydım derler tarih tartışıladururken. O yüzden kanıtı buraya kazımakta fayda var.
"Çocukla 1 Mayıs'a gidilir mi?" diyenlere Ayşen'in bir yanıtı vardı, onunla bitireyim.
"Merak etmeyin onları kollayabiliyoruz ve biz çocuklarımıza her anlamda güzel bir gelecek bırakmak için uğraşıyoruz."

8 Nisan 2010 Perşembe

Elimle dört

Üstüste iki Güney post'u. Nisan okumayı öğrendiği gün -o güne bırakmışsa eğer- kesin kesecek beni.
Güney'de bazı konuların üzerine gitme hususu var, kendince kafa yoruyor ve sonuca gidince gururlanıyor. Yaşı dörde çeyrek vardı, parmak şıklatmaya taktı kafayı. "Nasıl şıklatıyorsunuz, parmağı sert mi tutuyorsunuz, hangi parmak, orta parmak mı?" diye sora sora çözdü mevzuyu. Şimdi şıkıdım şıkıdım geziyor evin içinde. Ki özel hobisi de karşısındaki tongaya düşürecek bir soru sorup "Kandırdıım kandırdıım" diye Misket Havası oynar gibi yaparak parmak şıklatmak.
Şimdilerde ıslığa sardı, "nasıl çalıyorsun, dilini yuvarlak mı yapıyorsun, güçlü mü üflüyorsun?" diye diye. İnceden "fiyuu" diye bir ses çıkarmaya başladı.
Özünde çözmüş olayı. Erkeksen, ve ileride "ekmek yemek" istiyorsan parmağı şıklatacaksın, ıslık çalacaksın bir varyeten olacak. Yoksa "aç" kalırsın, malum. Bir de şok soruları, cevapları, kandırmaları var. Ki çoğu başarılı, en azından güldürüyor.
Geldi geçen gün "Baba elimle dört yapayım mı dedi?" Ne beklersin allahaşkına? Şunu görmeyi değil mi?

Geldi sırıta sırıta; bak dedi. 30 yaşındayım böyle dört görmedim, akıl da etmedim.
(Plakamız da belli oldu arkada. yolda gören selam etsin. Ki reklam gibi de olmuş. Büyük araba diye almak zorunda kaldık, ama çok sevdik memnunuz. Toyo toyota toyo toyota çıkarım senle her yola...)

7 Nisan 2010 Çarşamba

Oku..


Bu yaştayken değilse de; insanın yaşı tek basamaklıyken okumak kıymetli bir durum. İlkokul 3'te 4'te bile "parmakla takip ederek okumak" - "heceleyerek okumak" gibi tasvip edilmeyen stiller olurdu. Okumak herhalde ki zor bir hadise, hele ki okumayı öğrenmek.

80'li yıllarda hayat daha mı dertsiz, yoksa insanlar daha mı çaresizdi bilmiyorum ama 4 yaşında bir çocuk öyle çok da korunup, kollanılacak, sakınılacak bir varlık değildi. 4 yaşımdayken, öğretmen çocuğu olarak; öğlenci babayla evde oturarak başlardım güne; sonra babayla yola çıkıp belli bir saatte İzmir'in bir aktarma noktasında dersi bitmiş sabahçı anneyle buluşur ve aynen eve dönerdim. İki saat içinde altı otobüs değiştiren 4 yaşlı bir genco olarak bu süreci şöyle fırsata çevirmişim. Durak ve tabela isimlerine bakarak okumayı öğrenmişim. Renkli TV'nin olmadığı bir dönem için bu eğlenceyi keşfetmiş, ve 4,5 yaşında otobüs değiştirme döngüsünden çıkmıştım. Müteakip sene sabahçı babayı evde bekliyordum; büfede duran Hayat Ansiklopedisi ise acayip ilginç bilgilerle dolu sonsuz bir kaynaktı.
Uzatmayayım, balına da olsa 4 yaşında okumayı öğrenen, bundan keyif alan ama 5 yaşına kadar parmak emdiği için kalem tutup yazmayı başaramayan, başarsa da çevrenin "o elle değil olm.." baskısına maruz kalan solak bir babanın oğlundan bahsedeceğim; Güney Aksakal.
Hassas Dengeler'de söylemişiz. Nisan'ın yaratıcılığa, Güney'in müspet ilimlere olan eğilimi fazla. Sayılar, mühendislik, yazmak, çizmek hoşuna gidiyor. Bu ilginin ışığında bildiği kelimelerdeki harfleri çözmeye başladı. Sağda solda, okulda, eşyalarının üstünde Güney yazısını göre göre "G" harfinin "Güney'in Gü'sü" olduğunu öğrendi. Sonra Erdem'in E'si, Nisan'ın Ni'si, Ayşen'in A'sı diye devam etti. Bu çıkarımlar okul arkadaşlarının isimlerindeki harfler, Taksi'nin T'si, Migros'un M'siyle sürdü. Ve adam kendi çabalarıyla 29 harfin 20'sini tanır oldu. Harfleri bazen birleştiriyor okuyor, bazen Baba'nın B'siyle Erdem'in E'sini çarpıştırıyor..
"Bak Ayşen Anne olduğu için o ikisinin (ilk) harfleri aynı. Baba'yla Erdem'in niye farklı harfleri?"
İki üç ay önce, odasında resim yaparken; okuldaki büyük kankası Ali Efe düşmüş demek aklına. Geldi, baba bak Ali Efe yazdım bir kağıda dedi. Harbiden yazmış, Bir Kelime Bir İşlem'e katılsan "L joker der alırsın altı puanı.."
Kankalık, başka bir şey. Ayrı bir yazıyı hakediyor; ama Ali Efe'yi de anmışken Güney'le birlikte bir pozunu paylaşmak yakışır diye düşündüm.

Okuma yolunda nasıl ilerleriz bilmiyorum. Buraya kadar bizsiz geldi, buradan sonra da kendi metoduyla gitsin diye düşünüyorum. En azından ilkokula kadar. Ama bıttırık boyunda bir adamın yazıya bakıp "TEKZEN ne demek baba?" demesi falan, başlıbaşına komik.

19 Ocak 2010 Salı

Hayat Bayram Olsa



Nisan ve güney bizim sosyofobikliğimizin tavan yapmasına sebep olmuş iki gayda'dır.
Normalde insansever kişiler olmamıza rağmen, Erdem de ben de etraftan eleştiri gelecek diye balkonda kesinlikle osurmayız ve müzik setinin "bass" tuşuna basmayız. Ha keza camdan örtü silkelemez, apartman bahçesinde halı yıkamaz, arabamızı asla başkasını zora sokacak şekilde parketmezuk.
Bu manada birinin bize, "arkadaşım bakar mısın?" demesi ya da "komşum iyi hoş da..." şeklinde cümle kurması bizim hayatımızdan ikişer sene çalar.
Nisan ile Güney in bu sosyofobikliğe katkıları aşağıda sıralanmıştır;
*Güney bir gün (yaş daha 2,3) uyumamak için diretir, arızaya geçer, saçmalar, sinir eder.
Babası da yatağına yatırır, "bak oğlum, uyku saatin ve ister ağlayarak istersen yatağında oyuncağınla oynarak uyu, sen seç. ama artık ağlasan da bağırsan da ben gelip ilgilenmeyeceğim" der. Ki bunu demeden önce minumum 46 kere salon ve Güney arasında mekik dokumuştur.
İşte o an Güney bizim kalemizi yıkamayacağını anlar ve komşu korkumuza oynamaya başlar;
Baaabaaa, babaacıığğıımmmm (haykıran içli titrek sezercik sesi ile tahayyül ediniz) neden beni karanlıklarda bırakıyorsun? Baaabaa babacığım; yazık değil mi bana? Korkuyorum diyorum, nedeğn inanmıyorsun?
Babaaaa, seni çok seviyorum, beni hiç mi sevmiyorsun, sesimi duymuyor musun? Aaahhh suuuu çok susaadım, boğazım acıyor, babaaaa bir bardak su bile veremez misin? Bayılacak gibiyiiim diyorum. lüffeeeennn
Allahım herşey külliyen yalan, oda karanlık değil, suyunu içip yattı.. Ama komşu ne bilsin? Arayacak polisi, diyecek çocuğu bırakıp gittiler evde. Biz sonra karakolla uğraş sosyal hizmetlerle uğraş...

*Nisan ise sesinin ayarını yapamayan bir kuzudur. O küçük kaşık suratın, bıdık boyun altında oktavlarca ses yatar.
Anneanneler Bodrum' a taşındığında henüz yeni yeni yerleştikleri evlerinde yatmışız uyuyoruz. O zamanlar 2,5 yaşında.Gecenin 3' ü Nisan bir vesile uyandı.
Ağlamak ki ne ağlamak; böğürmeye yakın tonda çığlıklar. YAAA AN-NE! SIC-CAK DİYORUM, NE BİÇİM DE SICAK DİYORUM BBÖÖHHÜÜÜGGRRRR U-YU-YA-MI-YORUMGGGHHHHHH!!
Nisan sıcaktan yakınadursun, alt ve üst kat komşular büyük ihtimalle yüksek desibele bağlı kalp krizi geçirdiler o arada. Ben de Nisan'ı en kısık sesimle ikna etmeye çalışıyorum; "Annecim bak anneanneler yeni taşındı; komşular kızarsa ayıp olur, kavga var sanarlar, polis molis çağırırlar.
Nisan ikna oldu. Ama her cümle arasında öyle bir TA-MAM deyişi var ki, deminki böğürmeye uyanmayan arka mahalle de tahminim ışıkları yakmaya başlamıştır.
Aynen şöyle oldu;
-Annecim bak anneanneler yeni taşındı; komşular kızarsa ayıp olur, bağırma lütfen
TA-MAM
-yavaş konuş kızım, küçük sesle konuş, yoksa kavga var sanarlar, polis molis çağırırlar
YAAA TA-MAAAM
-Nisan lütfen kısık sesle konuşur musun?
-YAA TAMAM DIYORUM ANLADIM DİYORUM NEDEN HEP HEP HEEP AYNI ŞEYİ SOYLUYORSUGGGNNNN BÖÖHHUHHHH
-ama bağırma diyorum bağırıyorsun, anladın mı beni? Kısık ses istiyorum?
-TAAA-MAAAAM
O gece tahminim 20-30 kere ta-mam deyip haykırdı.Ömrümden bir o kadar gün çaldı.




Toplumsal bir baskı olmasa, mesela yoldan geçen bir kadın, bizimkilerin yere oturduğunu görüp; "cıkcıkcıkc taş çeker ayol, ne biçim analar var" demese, ben çocğumla yolda tartışırken biri durup da " hiişşt ayıp ama, polise veririm seni" diye tuz biber ekmese, "alışveriş merkezi koridorlarında düşmeli yakalambaç oynadıklarında "çocuğunu şımartmayacaksın işte böyle azar sonra" demese gerizekalının biri, evimizin dağınıklığı kimsenin derdinde olmasa;ben de günde milyon kere "yapmayın etmeyin çocuğum demesem; sadece günde bir iki kez "hayır" desem, çocuk da o "hayır"ın kıymetini bilse, sonra o "hayır" kısala kısala kaş kaldırmaya dönüşse; bütün dünya buna inansa bir inansa hayat bayram olsa....








18 Ocak 2010 Pazartesi

Özgürce

İstedik ki hep, Nisan'la Güney kendi kararlarını versinler hayat boyu. Onların ayrı bir birey olduğuna inandık. Ve doğmadan önce hep muhasebesini yaptık. Neye ne kadar dayanabiliriz?

-Dövme yaptırsalar mesela kızar mıyız?
- Haha hoşumuza bile gider..
-Başka türlü bir siyasi görüş?
-Ne kadar abuk bir şey çıkıp da bizimkileri peşinden sürükler bilmiyorum ama kabul edilebilir herhalde..
-Nisan türban taksa?
-O giyim tarzı mutlu edecekse, ne diyebiliriz...
-Şöyle olsa, böyle yapsalar?
Kısacası kendi duruşlarıyla alacakları her karara en azından köstek olmayacağımıza karar vermiştik. Tabii, uzun dönemde bu hala geçerli olsa da; anlık bazı davranışlarını hala kabullenemiyoruz. Belki karakterlerinin parçası olan kimi hırçınlıklarında, asiliklerinde karşı karşıya geliyoruz. Dövme yaptırmalarının karşısında durmayacak olan biz, kimi zaman sapıtıp bizi dövmeye kalktıklarında zeminimizi yitiriyoruz.
Öte yandan bazı konular da var ki, onlara sormadan onlar adına karar veriyoruz. İdealde isterdim ki Boğaç Han mevzuunda olduğu gibi isimlerini bile kendileri seçsinler. Ama olmuyor işte, bazı konularda çocukların adına karar vermek zorundasın. İsteyip istemediklerini sormuyorsun, kimbilir sormamalısın belki. Hayatlarını ne derece etkiler bilmesem de, ara ara sorguluyorum bunları.
Birincisi Güney'in sünneti. 3,5 aylıkken sünnet oldu afacan. Acayip zor bir yarım gündü. Sabah 7'deki operasyon öncesi 4 saat aç kalacak; çocuk cerrahı genel anesteziyle uyutup bu işi yapacak. Sıkıntı öncesinde başladı. Her işi internetten araştırmayı huy edinmiş bir nesiliz ya; ABD'den başlayıp yayılan bir doktor eğilimine denk geldim. "Biz doktorlar hiçbir hastamızın sağlıklı bir organ ve/veya dokusunu operasyonla alma hakkına sahip değiliz. Bu nedenle sünnete karşıyız" diyorlar. Kağıt üzerinde pek de mantıklı, ben kimim ki Güney'in çü...Neyse.
Sünnetten bir gün öncesi herhangi bir anestezili operasyondan önce imzalatılan standart belgeyi gördük. Bırak sünnetten vazgeçmeyi, kafayı yiyecek gibi olduk. Bir biçimde vazgeçmedik.
Aç bir Güney, inceden sarkan ameliyat saati. Çocuğu hemşirelere teslim etme, ameliyathane önü bekleyişi. Bitmeyen dakikalar ve saatler. Bir türlü çıkmıyor Güney içeriden. Sonunda hemşirenin birine soracak oldum,
- Hemşirehanım bizim küçük oğlumuz vardı. Çıkması gerekiyordu bir süre önce?
- Ha Güney mi? O kadar tatlı uyuyor ki içeride, herkes sırayla seviyor. O yüzden çıkamamıştır:)
Derin bir oh. Peki ya bizim çıkan canımıza ne demeli? Bir kaç dakika sonra çıktı, gerçekten pek tatlı uyuyordu. Şimdi yarın öbür gün çıksa, "Ne sünneti kardeşim, hangi çağda yaşıyordunuz siz?" dese, verecek cevabım olmayabilir.
Saç meselesi var bir de. Güney'in saçları ilk yazında gürleşti. Ve biz de ilk doğumgününden itibaren rutin periyotlarla berbere götürmeye başladık. Konuşmaya başladıktan sonra arada Nisan'ı örnek alıp uzun saç istese de; beklemeye hiç sabredemedi aylarca. Ne zaman niyetlense, iki üç haftaya vazgeçti. Hiç kestirmesek sorgulamazdı muhtemelen. Neticede yarın öbürgün torunlarına göstereceği uzun saçlı bir çocukluk resmi olamadı çocuğun.
Nisan'da da tam tersi. İkinci ayında tüm doğum saçlarının bir kısmı döküldükten sonra öyle güzel bir renk ve kıvrımda saçlar çıktı ki; bir iki ufak rötuş harici elleyemedik. Kısa saç yakışır mı, bence yakışır ama bilemiyoruz.
Okul konusu mesela. Yirmi küsür sene okula gidecek bir nesil var, uzmanlar üç yaş diyor diye; çocuklar da pek hevesli idi üç yaşında kreşe başladılar. Erkin Koray gibi çocuğunu evde okutmak mı daha doğru; asla öğrenemeyeceğiz. Ortaokula gelip de okuldan bıkarlarsa, bir biçimde bulup arar sorarım Baba Erkin'e.
Arkadaşları patır patır kulak deldiriyor Nisan'ın. Hataa iyice küçükten başlıyorlar. 2 yaşında falan. Kararı kendisi versin diye, deldirmedik. Ama aslında onun adına bir karar vermiş oluyoruz değil mi?
Şehir değiştirirken, tatile giderken, hatta onlar adına onları gezmeye götürürken. Soramıyorsun. Aciz ve sana tabiler. Nereden baksan üzücü.
Kısacası, ne kadar öz benliğiyle baş başa bıraksak da çocuğu; onun adına tonlarca karar alıyorsun. Deneyip yanılma şansın olmaksızın hem de. Belki de zor olanı bu. Bu kadar medeniyete, sosyal gelişmeye gerek yoktu herhalde. Avcı-toplayıcı toplum iyiymiş. Herkes kendi kaderini çizer iken..Yarim..

Kanka

Çok arkadaşım var ne yalan söyleyeyim. Facebook'ta altıyüze dayanmış. Bu Facebook işi ilk çıktığında kiminle nerede tanıştığını da yazıyordu herkeş. İyiydi, "You went to school together" muhabbeti. İsterdim ki kiminle hangi yıl tanıştığını da girebilesin. Bir uygulama da çıksın bunun ortalamasını, en çok sosyalleştiğin yılı falan hesap etsin. Seviyorum istatistiği.
Mecburen göz kararı yaptım bu işi. Evet bir sürü arkadaşım var, ya da olmuş. Çoğu da yeni girmiş hayatına. İş dünyası falan. Güzel bir şey hala insan kazanabilmek. Lakin, çocukluktan buraya taşıdığın arkadaşlar ayrı bir önemli. O halini bildiğin, ve senin o halini bilen kişi sonradan edinilmiyor. Şanslıydık, zira on ila onyedi yaşını tek okulda okumuş olmak müthiş bir şey. Çocukken tanıdığın adamla, adamken de bir arada olabiliyorsun.
Bornova Anadolu'yu kazanmış, heyecanla Hazırlık Sınıfı'na gitmeyi beklerken, okulun açılmasına iki gün kala da bacağımı kırmayı başarmıştım. İnsanların hayatında yeni bir başlangıç yaratan hazırlık sınıfı için ilk 35 gün "Absent"tım sadece. Teaser yaratmak iyidir. Otuzaltıncı gün yürüyemez ama en azından alçısız halimle babam en ön sıraya oturtup gitmişti. Şansa da ilk gün yanına oturduğum arkadaşımla, o seneler boyunca salam samimi olduk. Kanka. Üniversitede bir kaç sene aynı evde yaşadık. Birbirimizin dünyasını, dünya görüşünü şekillendirdik. Benzer hayatlar, benzer ilişkiler yaşadık. Papaz olduk. Az görüştük. Kopmadık ama. Büyüdük. Sonra araya şehirler, ülkeler girdi. Aynı sırada oturup itişirken, aynı evde kalıp kapışırken; sonradan iki saat görüşelim diye ülkeler aşıp orta nokta bulmaya çalıştık. Ben "business" aleminde çabalarken buldum kendimi, o müziğe verdi bünyeyi. Bambaşka hayatlar yaşarken, birbuçuk ay farkla baba olduk.
Yine benzer hayatlar yaşamaya başladık. Bezler, mamalar, ilk adımlar, doğumgünleri, sonra anaokulları. Ben iş toplantısında, o konserde. Eve dönüp akşama aynı ninniyi söylüyorsun neticede. Bu haftasonu, işte bu en eski dostum oğlunu da alıp Türkiye'ye geldi.
Dört yaşımdaki arkadaşlarımdan bugüne taşıdığım dört beş kişi var. Ama hatırlıyorum, dört yaşında insan arkadaşlarını seviyor. Anne-babasının arkadaşlarının çocuklarını da seviyor. Her yerde insanı şaşırtabilen Nisan ve Güney burada şaşırtmadılar bizi. Sarp'ı sevdiler. Sarp da bizimkilerle delice kaynaştı. Dil, büyükler için bir sorundur. Ana dili farklı üç çocuk pek de güzel anlaşabilirler.
Nisan ve Güney, on yaşına benden daha yakınlar. Ama ilginçtir, ben on yaşımı elimle tutacak kadar yakın hissediyorum; sanki onların saati ona yirmi var gibiyken. Ve Sarp'ın babasıyla on-oniki yaşında Alsancak'ta, onyedisinde Taksim'de, yirmisinde eylemlerde, yirmibeşlerde Brüksel'de Stockholm'de sürttüğüm günler dün gibi aklımdayken; Nisan, Güney ve Sarp'ın el ele İstiklal'de dün koşturmuş olması bir mucize kadar uzak geliyor bana.
Haddim değil Nisan ve Güney'e akıl öğretmek. Ama olur da dinlerlerse, erken bulduğunuz arkadaşları kaybetmeyin derim onlara. Hiç bir yaşa geri dönülmüyor, ama bazı yaşları ileri taşımak mümkün. Dostluk sağolsun, otuzumda, on yaşımdaymışçasına bir hafta sonu geçirdim. Hala ayılamadım, onun etkisiyle de bu yazıyı karaladım.

15 Ocak 2010 Cuma

Beslenme Saati




İlk altı ay anne sütü perhizini büyük ölçüde gerçekleştirdik. Büyük ölçüde diyorum, zira Nisan'la Güney'in ilk gün bana öğrettikleri bir gerçeklik vardı. O da, bebeklerinin gününün 2 saatten ibaret olduğuydu. Yenidoğan bir bebek günde 12 kezden oluşan bir döngü yaşıyor. 2 saat içinde besleniyor, gazı çıkarılıyor, oynuyor, tuvaletini yapıyor, uyuyor ve iki saatin sonunda tekrar emerek "yeni bir güne" başlıyor.
Böylesi yoğun temponun ikiz versiyonunda, ilk haftalarda nadiren çocuklardan birisi tam da diğeri beslenirken, sabırsızlanırdı anne sütü için. Ve onun açlığını 15-20 ml mama ile geçiştirirdik. Hani bilmeyenler için, kutu kolanın yaklaşık 20'de birini düşünün. Bu istisnalar dışında günde 12 öğün anne sütüyle geçen aylar...
Sağlıklı çocuk gelişimi konusunda tıbbi bir konsensus yok açıkçası. Kimi doktorlar 5. ayda kimisi ise 6. aydan sonra ek gıdaya başlatıyor. İkisinin de kendince doğru argümanları var. Bizimkiler 5. ayda püremsi bir meyve suyu ve yoğurt yemeye başladılar. Allah var çok zorlanmadılar, hatta sevdiler. Güney yoğurdu o kadar severdi ki, iki kaşık arasındaki bir kaç saniyelik beklemeye tahammül edemeyip sabırsızca yalanırdı.
O her gıdayı ilk deneme anları heyecan vericiydi. Anneannesi karpuz ezip verirdi sevinirlerdi, dedesi peynir tattırırdı garip bir yüz ekşimesi olurdu. Biliyor musunuz bilmiyorum, ilk aylar boyunca(kaç ay inanın bilmiyorum) su bile içmiyor bebekler.
Sonra giderek zenginleşti menümüz, tereyağı-pekmez-peynir-bebe bisküvisi karışımı kahvaltı; et parçaları, pilav, çorba...Ve inanın beklenenden iyi yiyordu bizim bıdıklar. Biz de hiiç sevmediğimiz "Ay bugün bişey yemedi, aç kaldı" ebeveynlerinden olmadığımız için mutluyduk. Hatta oldukça hızlı bir gelişme eğrisi yakalamışlardı.
Sonra inek sütüne başladılar, bir yaş gibi. Ki; çevremizde (hatta doktorumuzun geçmişinde) kimsede görmediğimiz "10 ay anne sütü emen ikiz çocuk" gibi bir olimpiyat rekoru sahibi çocuklar olarak sütü abartmalarına da şaşırmadık. İki biberon bitirirlerdi bir oturuşta.
Sonrası, üç yaşında kreşe başladılar. İkinci gün katıldıkları kahvaltıda ikisinin de gözleri boncuk gibi açılmıştı. Bir buçuk senedir evde annelerinin hazırladığı insan yüzü şeklinde krepler, rengarenk ekmek dilimleri, çeşit çeşit ve bol porsiyonlu kahvaltının üzerine; okulun en küçük çocuğu olmalarına rağmen porsiyon küçük gelmişti. E biraz araştırdık, okulun porsiyonu aslında normaldi. Bizimkiler, sanırım, çok hareketli olduğu için fazla yiyip fazla yakıyordu.
Okullu geçen bir küsür senenin neticesinde, Nisan ve Güney'in pek de iştahlı çocuklar olmadığını söylemek mümkün. Sezar'ın hakkı Sezar'a 3 öğünün bir ya da ikisinde güzel yiyorlar. Ama genel olarak istediğimiz gibi besleniyorlar mı desem; yok yani. Çok mu üzgünüz, pek değiliz aslında. Şu an 90'a yakın kilodaki babaları; ilkokul yıllarında dahi kendi başına bir lokma yemek yemezdi. Devir tüketim ve obezite devri. İlla ki yerler...
Sabahları okul öncesi bir simiti kırışsınlar, akşamları marketten bir bisküvi bir şeker alıp tırtıklasınlar, buzdolabından muz çalsınlar daha çok seviyorlar. E ben de sizin bir şeyi sevmiş halinizi seviyorum. Varsın beslenmenizdeki protein dengesi de tam istediğimiz gibi olmasın;)


11 Ocak 2010 Pazartesi

Khalkedon

Altiyol Boga Heykeli

Hürriyet Keyif ekinin son sayfalarında çocuk tiyatrolarının ilanları çıkıyor. Bizimkilerin en sevdiği gazete sayfası o. Yine bir cumartesi gazete karıştırırken nazarı dikkatlerini celbetti Cinderella'lı tiyatro reklamları. Haydi dedik pazar günü tiyatroya gidelim. Ailemizin tiyatro kariyeri en yüksek bireyi Ayşen'in yönlendirmesiyle Kadıköy'de bir tiyatroya karar verdik. Bekle bizi Kadıköy, pazara geliyoruz.
Bu satırların yazarı, on senedir Kadıköy'e dönüp "geliyoruz" çığlıkları atmış. Her defasında da bu çığlıklar Rapaiç, Hooijdonk, Alex, Anelka, Appiah bilmem ne tarafından kendine iade edilmiş. Kısacası bekle bizi Kadıköy demek hezimetle eşdeğer. Korkuyoruz inceden ;)
Bizim Kadıköy mağlubiyetlerinin altında hep bir aksilikler olur. Bahane gibi gelir ama işte Hagi cezalıdır, Baros sakattır, seyircimiz alınmaz falan. Şans yine bizden yana değildi, tam kadro gidemedik Kadıköy'e. Ayşen halsiz hissediyordu ve son gün kadrodan çıkarıldı. Kadıköy'e doğru 10 numarasız yola çıktık, hayırlısı...
Güney yolda uyudu biraz. Nisan'la önce yol kenarındaki GStore Outlet'e bir daldık. Emanetler tam olsun hesabı. Kafamıza göre bir şey bulamadık çıktık. Ama Nisan'a da tembihledim.
-Biliyor musun, Kadıköy Fenerbahçeliler'in yeri...
- Yani Gökşen de orada mı olacak? (Garibim teyzesini özlemiş...)

Park yeri ararken Nisan ilk şokunu yaşadı,
- Kadıköy burası mı?
- Eveeet, güzel mi?
- Kadıköy deyince ben küçük kulübeler, koyunlar falan bekliyordum.
Haklı çocuk, köy mü görmüş. Napçan be Nisanım, biz yıllardır Kadıköy'de umduğumuzu bulamamışız. Burası böyle, başka bir cumhuriyet ;)
Altıyol'dan aşağı yürümeye başladık. Saat 11'i geçmiş tayfa aç. Bilseler,

Sabahtan beri hiçbişey yemedik
Karnımız acıktı bizim
Erdem Başkan bize yemek ısmarlasana
Parasını alırsın sonra

diyecekler. Simitçiyi görüp simit isteyince dank etti bende. "Hadi Simit Sarayı'na gidelim.." Ortalığı bir anda heyecan kapladı, ben de saf saf seviniyorum sevecekleri bir yiyecek bulduk diye. Kadıköy'de koyun görmeyi uman bünyeler, Simit Sarayı'nda servis yapan prensesler falan bekliyordu tabii. Gerçek bir daha hayal kırıklığı yarattı.
Simitimizi yedik, ver elini Kadıköy Halk Eğitim. Cinderella oynuyor tiyatro salonunda. Koşun çocuklar, geç kalmayalım.
Bugüne kadar çok tiyatroya gittik. Kötü bir tesadüf Ayşen çoğunu kaçırdı bir biçimde. Bunda da yoktu. Yıllar önce "Şarkıcı" adlı çocuk oyununu oynardık. Ayşen'in rolü "çocuk"tu o oyunda. Ben de kötü kalpli olup da sonradan doğruluğu-iyiliği keşfeden Devgücü'nü oynuyordum. En sevdiğimiz anlar, Devgücü olarak sahneye girdiğimde çocukların sahnedeki diğer oyunculara "Dikkat eeeet, arkanda Dev vaaaar" diye bağırdığı anlardı. O ses ne kadar güçlü çıkarsa anlarsın ki, çocuklar o kadar oyunun içinde. Keşke gelebilseydi Ayşen de, kendi çocuklarının "Cinderella çabuuuk saat 12 olduuu" diye heyecanlı çığlıklarını görebilseydi. Oyunu pürdikkat izledik. Salona döktüğümüz Çubuk Krakerler için de Halk Eğitim görevlilerinden özür dilerim. Bayağı bir topladıö ama kaldı yine de.
Her ana-baba kendi çocuğundan yakınır. Yaramaz, iştahsız, söz dinlemez, dağınık, tembel, bilmem ne olduğunu düşünür. Biz de herkes kadar yakınıyoruz. Lakin ne zaman onlarca çocuğun bir arada olduğu bir ortamda bulunsak, tekrar farkediyorum ki bizimkiler hareketlilik konusunda açık ara şampiyonlar. Durmuyorlar, koşuyor, zıplıyor, sarılıp yuvarlanıyorlar. Bizimkiler hareketlilik açısından 10 üzerinden 10 ise; 7'yi geçen başka bir çocuk görmedim. İki kere on da çocuk büyütürken yirmiyi geçebiliyor dönem dönem. Kadıköy'e hareketlilik damgasını vurdu. Sahanın her yerine koşan bir Sabri Sarıoğlu gibiydi bizimkiler ;)
Tiyatrodan çıktık, Bahariye'si Altıyol'u Kadıköy Çarşı'sındaki her sokakta koşturduk. "Durun, yavrum yavaş dikkat aman pardon düşmeyin yuvarlanmak yok" diye bağırarak koşturan birisi gördüyseniz Pazar günü, o benim.
Bambi de bitirdik günü. Garson allahtan köfteyi çaktı da, Güney'in "Ben çilek suyu istiyorum" inatlaşmasını, çaktırmadan Nar Suyu getirerek çözüme bağladı. Güneycim pardon ya, okumayı öğrenip burayı keşfedince kızacaksın bana.
İki buçuk öğün, yüz küsür lira, bir tiyatro oyunu, yüzlerce dükkan, binlerce insan, bir kaç kilometre koşu, altı saatten oluşan Kadıköy turumuzun sonunda seninkiler daha E-5'e çıkmadan uyuyakaldılar araba koltuğunda.
Zaman yetmedi. Denize taş atamadık, Tramvay'a binemedik, kitapçılara bakamadık, boncuk alamadık. E biraz da yorulduk.
Yine de ben şöyle sonlandırıyorum. 6-0'ın acısını çıkaracak bir rövanş değilse de; Kadıköy'den üç puanla dönmeyi başardık. Haydi Arda Kaptan, bizim ekip bir Kadıköy zaferi yaşadı, sıra sende....

Empati Telepati vesaire vesaire


Ana yüreği diye bir mevhum var; hani bir çocuk düştüğünde içimizde bir yer cız diye acıyor, hani biz savaş haberlerine bakamıyoruz, hani anneler kıyamaz, anneler bilir ve hisseder ya...

Var anne yüreği diye birşey.
Başımdan geçtiği için biliyorum artık, anlıyorum.
En alta bir yazı ekleyeceğim.
Aşağıdaki yazıyı yazdığımda 19 haftalık hamileydim. Ultrasonda doktor cinsiyetlerini görmüştü.
ama ultrason görüntüleri çok da anlamdı değildi henüz. Minik burunları, kulakları seçmemiz imkansızdı.
Aradan 4 yıl geçtikten sonra yeniden okudum kendi yazımı; uykusuzluk ve yorgunlukla mücadelede kendi kendimi motive etmeye çalışıyordum; nereden nereye geldik demek için kendi kendime.
Baktım ki; gerçekten malum olmuş bana, Nisan ve Güney'i daha görmeden çizmişim aklımda ve nasıl çizildiyseler öyle gelmişler dünyaya.
Siyah saçlı boncuk gözlü bir oğlan ve sarı saçlı küçük gözlü pembe bir kız.

Her gün yeniden ve yeniden annelik sınavına giriyorum, puanım çok kıt, hep kendimi sınıfta bırakıyorum. Başaramıyorum gibi geliyor, az oynadık gibi, yeterince dinleyemedim sanki, kızmasam iyiydi, dökülürse dökülsün niye boşuna çocuğu üzdüm ki derken, daha yukarıdan, geniş bir açıdan baktım ailemizin 4 kişilik haline, hayvanat bahçelerinde kişnerken gördüm kendimizi, ömrü 10 saniyelik kum kaleleri binlerce kez yeniden, yılmadan inşa ederken, 4 senedeki 3 farklı evde kovalamaca oynarken, en az 7-8 ev balkonunda havuz şişirirken gördüm kendimi epi topu 4 yazda, feribotlarda vapurlarda incecik saçları vurdu yüzüme rüzgarla, uçaklarda masallar anlattım, bir sürü parkın otunu yolduk, onlarca kaydırağın altında bekledim,


700 den fazla kere çanta hazırlamışımdır dışarı çıkabilmek için, içeriği minik tulumlarla ve bezlerle başlayıp, pantalon askısı ve boxer'a dönüşen, koşa koşa girilen onlarca çizgi film hatırlarım onlarca farklı sinemada, en az 8-9 farklı denize taş atmışızdır.



oyuncakçılarda kendimizi kaybetmişiz dördümüz birden, Nisan ' la alışverşe çıkmışım kaç kere başımda koca çiçekli taçlar denemiş, Güney' le feshane kapanana kadar sürtmüşüz oyuncaklar arasında, bütün bayramları kalabalık geçirmişiz, el öpmüşler, paralarıyla kendileri alışveriş etmişler, ömrümce yemediğim pamuk helvayı yemişim son 4 senede onların arta kalanlarından, çayırbaşı şenliklerinde romanlarla coşmuşlar, barışarock' ta punklarla, harbiye açıkhava' da uyuyakalmışlar, badista konserlerinde zıplamışlar bizimle...

Korktuğum gibi olmamış yani; evden dışarı çıkmayan çocukların hijyen delisi annesi ve işi hiç bitmez babasından teşekkül bir aile olmamışız. Bu da bir teselli dedim kendime; ben susamazken 10 dakika kesintisiz ve Erdem aynı mekanda 3-4 saatten fazla kalamazken, çok da bahane bulmamalı kuzulara. genetiğe saygımız sonsuz.
3,5' dan 4 aldım bugün sınavda; değil mi ki Güney dün yanaklarımı avuçlarının arasına alıp, "aşkımsın benim, canım, güneşim, bulutum, güzelim benim" diye sevdi, değil mi ki Nisan daha dün; "saçlarında beyaz olabilir ama ben seni çok hoş buluyorum prensesim" dedi; 3,5 tan 4 almış bir kraliçeyim aslında, oscar almış ilk Türkiye vatandaşıyım, halkoyu ile seçilmiş devlet başkanıyım, nobel almış yazar, grammy almış müzisyenim.
Gönüllerin şampiyonuyum ben, bu da yetermiş insana, anneler doyarmış bununla.
Buyurun şimdi 19 haftalık hamile Ayşen' den henüz doğmamış bir Nisan - Güney hayaline;
Ultrasonda görülen bir siyah yuvarlak karşısında; gözünün kenarından yaş akmasına şaşırmakla başlar.Yıllardır süregelen ve nefret edilen regl ağrısı artık annelik işaretidir; sevilir. gülümseyerek; "gene ağrım var" denilir.
Günde bir paketi geçen sigara tüketimi bir anda sıfırlanır; krize girmeden, sinir küpü olunmadan, daha bir hafta önce "hastasıyım sigaranın, atın ölümü arpadan" derken bu kadar kolay bir vazgeçişe inanamayarak.
Bildik tüm beslenme anlayışı tepetaklak olur; mahalledeki gıda sektörü ile aramızda yeniden uçurumlar. İyi pişmiş etler, litrelerce sütler, ceviz, meyve...ve elveda kadim dost pizza, çılgın yarım ekmek kokoreç, biranın yanında midye dolma.
Bunca yılın "güzel kadın" tasviri değişir. Keşke bir an önce kocaman olsa da şu göbek,keşke bir an önce tepki verse içimdeki güzellik. Bel ölçüsü arttıkça artar mutluluk, içine girilemeyen her kıyafet bir gurur abidesidir.Bu satırları 19 haftalık ikiz annesi olarak yazıyorum; anne adayı diyemiyorum artık; değil mi ki ekranda da olsa oğlum yüzünü dönmüş bana, kızımın hıçkırdığını görmüşüm, değil mi ki her akşam eve dönüş yolunda kıpır kıpır " yatır bizi, dinlendir" sinyallerini almışım; demek ki aleni bir şekilde anneyim. Tüm rüyalarımda iki bebeğim, onlara birşey olmasın yakarışlarım, onlarsız hayatı henüz beş ay öncesi olmasına rağmen hatırlayamayışım, aldığım her kilo için bile sevinçten coşmalarım; en sevdiğim bel ağrılarım, şiş ayaklarım; anneyim artık.
Yıllardır hayal kurmadığımı hissediyorum; aklıma "biri bana 30.000 dolar maaş versin" fikri bile gelmemişti.
Oysa şimdi annemin nasıl olup da yarım saatlik gecikmem için felaket senaryoları yazdığını anlayabiliyorum.Karnımı ve bardak altlığı boyutlarına gelen göbeğimi severken, kendimi bir anda ameliyat masasında görmeye başlıyorum, kahraman baba elimi tutmuş, işte oğlum geliyor ilk ("oğlum" diyebilmek bile ne kadar mucizevi bir nimet), -iyi mi?- diye soruyorum, ağlıyor canımın yarısı; pespembe hayal ediyorum, kara saçlı küçük burunlu, babasının aynısı, gözlerimi ondan ayıramadan kızım geliyor; belki saçsız belki tektük açık renk saçları, kısık gözleri, çok güzel olacak büyüyünce; bizim güzelimiz olacak.



Sonra odalarını hayal ediyorum; renkler hızla geçiyor gözümün önünden, henüz alınmamış sifonyeri oradan çekip buraya koyuyorum, kafamdan dolaplar yaratıyor, minik yorganlara resimler işliyorum.

Kocamın omzunda minik bir baş hayal ediyorum, huzurla uyuyor. Aşk bu diyorum, iki kere üç kere aşk.
Sonra nasıl oluyorsa pas tutan hayal gücüm sınır tanımıyor, anaokulu müsameresindeki tavşanlar içinde bizimkileri ayırdetmeye çalışıyorum; ilkokul seçemiyorum, servislerden ödüm kopuyor, birisi okumayı söktüğünde ötekinin sarkık dudağını görüyorum, süs havuzuna giriyorum küçüklerimle birlikte, çimenlerde kaplumbağa gezdiriyorum, eve muhabbet kuşu alıyorum, sokaktan getirilen köpeğe onay verecek miyiz diye kocamla tartışıyorum, kızıma mezuniyet giysileri tasarlıyorum, oğlumun yüzünü tuttuğu takım renklerine boyamasına yardım ediyorum, dördümüz yemeğe oturuyoruz balkonda, oğluma azıcık rakı koyuyor babası, elin kızı üzmüş, gözleri nemli nemli.



Kızımla ben bir içli şarkı söylüyoruz ona.
Hayal gücüm geri geldi, anneliğin sihirli deyneği deydi bana. Sayısala ilişkin en büyük hayalim zorlasam 2 trilyonda kalırdı, hayal gücümün sınırı 4 katrilyona yetmezdi. Şimdi kocaman ufkum; madem ki hem ikizim olacak, hem de bir kızım bir oğlum, artık dünyada sınır yok bize, hayallerimize.
Korkum yok gelecekten; çünkü o kadar kocaman ki içimdeki aşk; herşeye karşı koruyacak onları.
Şu yaşadığımız kin dalgasından bile. Onlar anne ve babaları gibi olacak biliyorum; ırk nedir bilmeyecekler, insan olacak özneleri, sevmeyi öğreteceğim onlara, bir avuç topraktan daha çok insanı ve memleketi sevmeyi.
Benim bebeklerime çok yakışacak rengarenk giysiler, sadece kan kırmızısı sevenlere inat, dillerine türkü yakışacak her dilde, bir kez bile olsa kına yakacağım kızımın eline, kokusunu bilsin diye, tepkisiz olmayacaklar, ne denilirse inanmayacaklar, güdülmeyecek bebeklerim, benim kanatlarımdan bile güçlü olacaklar.
Anne olmak bir acaip şey; şimdiden beşer hayat yaşadım ikisi için, biner kere üzülüp biner kere sevinip ağladım, kendime ömür biçtim onbin kez, yetmedi, doğmamış bebeklerime doyamadım ne 50 ne 60 senede.
Hala bir garip gelse de anne oldum ben, gözlerimin arada uzaklara dalmasından belli.
08.09.2005

9 Ocak 2010 Cumartesi

Abartı


İş görüşmelerine sorulan en kıl sorudur; insanı kendi kendinin ispiyoncusu yapar ya da ego patlaması yaşatır; "kendinizde en beğenmediğiniz özellik nedir?"

"Malımdır ben, vurun kafama alın ağzımdan lokmayı" mı diyeceksin yoksa "sümme haşa fiziken ve zihnen mükemmelim" mi?

Benim cevabım şudur ki " ben herşeyin bokunu çıkarırım" Benim birşeyin dozunu ayarlayabildiğim olmamıştır. Öfkeyse kudururum, sevinçse çıldırırım, birşey alınacaksa kıl kırk yarılacaktır, bilinmeyense hakkında bin sayfadan az olmayan araştırma yapılacaktır.

Evlenmeden önce İzmir' de 3 lokanta sayamazken, düğün tarihi aldıktan sadece 15 gün sonra İzmir' de evlilik rehberi yazabilecek birikimim ve küçük bir gece çantasına sığamayacak adette mekan kartvizitim vardı.

Nerede oturacağımıza karar vermemiz gereken İzmir ve İstanbul aşamalarında, fiyat ve sokak belirttiğinizde hurriyetemlak' taki bir ilanın tüm özelliklerini aklımdan sayabiliyordum. "1300'e Gayrettepe" deyin mesela; "ama 3 aylık peşin istiyor bir de kot farkından arka taraftan giriş kat oluyor" diye cevap verebiliyorum.

Araba alalım dediğimiz ilk gün tek diyebileceğim "ay renkli bişiy olsun" ken 1 hafta sonra beygir gücüne göre kıyaslama yapabiliyor ve kredi seçeneklerini ay sayısına göre ödenecek taksit tutarı olarak kafadan özetleyebiliyordum.

Çocuk mu istiyoruz; benim ki çift oluyor.Hamilelik sürecim hakkında o kadar abartılı bilgi ediniyorum ki, kaç aylık diye kerhen soranlara "19. hafta; bu haftadan itibaren vernix caseosa" üretmeye başladım, bebeği koruyan beyaz sıvı hani" diyebiliyordum.

Erdem de farklı değil, Amerikan tıp fakültelerinin tezlerini çıktı alıp eve getirdiğini bilirim ikiz gebelik hakkında.

Durum böyle olunca, genetik bilimine saygıyla belirtmek isterim ki, Nisan ve Güney de abartının daniskası oldular. Kolik ağlaması komşu delirtir düzeydeydi, ayaklandılar mı çok zor denilen dönemde ben bütün doğum kilolarımı verdim koşarken, iki yaş krizleri ağır bir menapoz kıvamında seyretti, çocuğun sorgulama yaşı denilen 3-4 yaş dönemi de dakikaya düşen 3 soru ile bizi bizden aldı, şimdi de muhalefet dönemi yaşıyoruz.

Nisan' a geçen gün taç aldım, başa takılanlardan. Üstelik sevdiği bütün unsurlar da var taçta. Bir kere pembe, hem de ponponlu... İlk on dakika mutluluktan bayılayazdı; 11. dakikada ani bir sessizlik, kaş çatma ve bir anda bana döndü "neden aldın ki bunu bana sormadan?" dedi. hediye aldım ama dedim, hediye sorularak alınmaz ki? "hiç de ihtiyacım yoktu, almadan önce sorsaydın belki gene bunu isterdim ama en azından bana sormuş olurdun" diye azarı da yedim.

Güney ise daha erkeksi, daha düz bir muhalif.

Arabada giderken kendi kendine jingle bells söylemeye çalışıyor, bu arada Erdem eskaza Nisan'a "kızım senin yüzün ne kadar huzur verici, ne kadar güzel" diyecek oldu.

Güney; "cingıl bells cingıl bells ovvatfayn isturayt ne? nesi huzur? yok Nisan'da huzur, hiç güzel değil yüzü, ne biçim yüz o öyle, ne biçim bence? iğrenç mi ne?" diye başladı saydırmaya.

Ben ne edeceğim ergenliklerinde?

Eden bulur diye diye dövüyorum dizlerimi hergün...




Benzemez kimse sana


İlginç bir ikiz profilimiz var. Alabildiğine ilgisizler. Kaş-göz-tarz-huy hiçbir şey benzeşmiyor Nisan'la Güney'de. Lakin Güney babadan, Nisan anneden hık demiş, her yönüyle. İnsan klonlamayı nasıl başarırız diye uğraşıyorlar; biz tesadüfen bulduk klonlanmayı.
Güney'le çekildiğimiz resim, yaklaşık 2,5 yıllık. İzmir'de yaşarken Özdilek Alışveriş Merkezi'nin birbirine en çok benzeyen baba-oğul yarışması için çekmiştik. Şaşırırken daha çok benzediğimizi farkettik. Kasten ağzı açık poz verdik, ki gün içinde ikimizin de böyle şaşalak anı var bayağı.
Karakter benzeşmesi daha ilginç. Güney'le beraber en sevdiğimiz yemek barbunya. İçinde yüzecek kadar çok seviyoruz. Ayşen'le Nisan'ın anlam vermez bakışları altında yoğurda tapıyoruz. Delice gıdıklanıyoruz. Sabah mutlu, gece uykumuz gelince huysuz oluyoruz. İkimiz de "r" harfini söylemenin yakınından dahi geçemiyoruz. Kahvaltıda birer bardak çay dolduruyoruz, dörder yudum dahi alınmamış biçimde lavaboya dökülüyor öğün sonunda ikisi de. İsimlerimiz büyük ünlü uyumuna uyuyor. Kuraldışı ya da sıra dışı değiliz, düz adamız. Matematik falan severiz işte.
Diğer taraftan kızlar çaya tapıyor. İkisinde de dehşet bir sözel yetenek, inanılmaz hikayeler anlatıyorlar. Doğuştan tiyatrocular. Doğaçlama şarkı sözü uydurur ikisi de. Ama inandırırlar da o sözün o an yazılmadığına. Nisan da Ayşen de gece insanı mesela. Uykuları gelince daha bir tatlanıyorlar. Nisan'ın gülüşünde Ayşen'i görürüm. Çaylarını içerek kıkırdaşırlar karşılıklı. Sinirlendiklerinde yüzlerinin aynı kasları gerilir. Saç renkleri, kaş eğimleri tıpkısıdır.
Ülkemizdeki tüm çocukların kabusu olan "Anneni mi daha çok seviyorsun, babanı mı?" sorusundan kurtulalı çok olmadan, yeni versiyonuna tabi olmaya başladım. "Nisan mı Güney mi?"
Ustalıkla geçiştirebiliyorum, soranı pişman edebiliyorum. Lakin burada biz bizeyken şunu diyeceğim. Güney benim ta kendim. Kendimi görüyorum. 3 yaşımdan beri çoğu anımı net anımsıyorum ve Güney'in her hareketini çok iyi anlıyorum. Beyin hücrelerindeki her molekülün maksadından haberdarım. Güney benim geçmişim, nostaljim. İki kafadarız biz onunla.
Nisan ise benim aşkım. Çocukluğun bittiği yaşlarda tanıdığım Ayşen'in, göremediğim çocukluğunu Nisan sayesinde keşfediyorum. O benim kayıp anahtarım, eksik parçam. Anlayamıyorum, çözemiyorum ama baktıkça büyüleniyorum. Her hareketine tekrar aşık oluyorum. Kendimi ona beğendirmeye çalışıyorum, tavlamak istiyorum.
Birisi kendim, diğeri hayatım.

7 Ocak 2010 Perşembe

Erkek erkeğe


Nisan öksürüyor gibiydi, Ayşen de üstüste bir kaç günün yorgunluğundan bitap düşmüş halde. Güney ise yalnız olmayınca istediği gibi davranamıyor. Paylaşmak, sıra beklemek, iki çocuğa göre tasarlanmış bir planın parçası olmak basıyor çocuğa. Kendisi gibi davranamıyor. Dedi ki "Baba, bugün biz ikimiz seninle bir yere gidelim, anneyle de Nisan gitsin. Olur mu?"
İkiz çocuğun yoruculuğundan bahsettim sıkça. Geçen bir arkadaş "haklısınız ya" dedi, "siz sürekli tek kişi tek çocuk büyütüyor gibisiniz". Nerdee, tek kişi-tek çocuk şeklinde bölününce biz normalin dörtte biri kadar falan yoruluyoruz. Huzur-dinginlik doluyoruz. İkiz çocukta, sürekli bir kaos, koşturmaca, yetişememe, ikisi iki yöne koşsun, biri uyumuşken öbürü uyanır dengesizliği var.
Nisan'la Ayşen'i eve bırakıp çıktık Güney'le dışarı. Hasbelkader, akşamımızın içeriği de pek bir maskulen gelişti. İlk durak "Santra Erkek Kuaförü". Yanyana iki koltukta traş olduk. "Benim de enseyi aç iyice" tarifi verdik. Hiç de bilmediğim bir dizi var, Ezel. Berberde Show Haber açıktı. Ezel'le Eyşan İstiklal'de öpüşmüş, bunu gördük. Bir de Ramiz Dayı fenomenine şahit olduk. Berberdeki tüm mürettebat "Kardeşşş..Bana öyle yapma.." "Yeğen, fön makinasını uzat yeğen.." tadında eğleniyordu. Biz de katıldık "yeğen" muhabbetine. Eğlendik.
O sırada arabayı "Tellak Oto Yıkama"ya teslim ettik. Otopark kahyasının kulübesinde iki dakika ayak üstü muhabbet. Güney dikkatle izlemede.
E acıktık tabi. Haydi "Şirvan Kebap Salonu"na. Ustacım bize bir mercimek çorbası. İki de lahmacun az acılı. Baba-oğul lahmacuna soğan yaymanın zevki. Kafa kafaya :)
Bir yandan oradan oraya ufak yürümeler, hava serin elimiz montların cebinde. Saçlar jöleli, yakıyoruz ortalığı. Güney "Baba" dedi. "Saçlarım çok güzel oldu ya, artık bütün kızlar etrafıma toplanır de mi?"
"Toplanır" oğlum dedim. Öylesine kusursuz bir yüzü var ki, saçları düzgün olmasa da toplanmalı. Ya da bana öyle geliyor :)
Yemeği de yedik, Güney marketten sakız almak istedi. Gitti iki tane yuvarlak, hani şu göz yaşartan sulugözlerden aldı cebine koydu.
Sonra tatlıcının önünden geçiyoruz. "Baba be, tatlı alıp yesek mi?" Almaz mıyız olum? İki erkek çıkmışız, takılıyoruz. Ne tatlısı yiyecez, şüphesiz kerane tatlısı. Aldık halkalarımızı, ağzımız dolu homur homur muhabbet ediyoruz. Saat de geç oluyor. "Bilader" yaşantısı iyi de, neticede süt içip, dokuz'da yatan arkadaşlarımız var aramızda :)
Gittik, yıkamadan arabamızı aldık. Koltuğa otururken Güney, "Baba" dedi.."O kadar mutlu şeyler yaşadık ki...Bugünü hiç unutmayacağım..."
Ben de unutmayacağım be dostum, kaç senedir senin gibi bir erkek arkadaş arıyorum biliyo musun?
Eve girdik, Ayşen özlemiş, biz onu özlemişiz. Sarılmalar, kucaklaşmalar. Güney aradan sıyrılıp, heyecanla içeri fırladı. Salonda uzanmış çizgi film izleyen Nisan'a doğru koşuyor...
"Kardeeeş, bak sana topiş sakız aldım."
Öylece kaldık yeğen....

5 Ocak 2010 Salı

Bir ilk


İzlemeyen kalmamış sanırım Avatar'ı. En azından geçen hafta sonu ve dün akşamdan sonra kalmadığına inandım. İstanbul konvoy olmuş Avatar'a akıyor, hiç bir sinema hiç bir seansta kolay yer bulunamıyordu.
İki seneyi tamamladığımız bakıcısız hayatımızda; nadir aile ziyaretlerindeki anneanne-babaanne yedeklemesini; Fransa'ya master'a gidene kadarki teyze desteğini saymaz isek (ki iki yıldaki toplamı iki basamaklı bir sayıya varmayabilir) Nisan ve Güney'e hep biz baktık. Yedek güç yok, çocuklar ya okulda ya ikimizden birine emanet. Karı-koca başbaşa dışarı çıkmadık, ya çocukla gidilebilecek yerlere gittik ya da hiç gitmedik. Pişman mıyım, değilim anasını satayım. Bir yere gittiysem gözüm hiç arkada kalmadı, bildim ki anneleriyle güvende ve mutlular. Ben de Ayşen'imin az da olsa dışarı çıkabildiği anlarda gözünün arkada kalmamasını sağladım sanırım. Güzel bir huzur...
Tabii, iş böyle olunca çocuklarla gidilesi yerler konusunda ihtisas yaptık. Kendimizi aştık. İki yılda izlemediğimiz çocuk filmi kalmadı sanırsam. Karşılığında bir tek başbaşa gittiğimiz bir Şener Şen'in Kabadayı'sını hatırlıyorum.
Sinemaya sırayla gideriz. Zaten sinemanın (öncesinde ve sonrasında yapılabilecek sosyalleşmeleri saymazsan) tek kişilik bir aktivite olduğuna hatta, tek başına yapılabilecek en iyi aktivite olduğuna inanırım. Niye sinemaya kafile halinde gidilir anlamam. O salon sosyalleşmek için değil, tam da tek başına bir birey için bence. Git bir başına izle ve çık.
Eskiden oturduğumuz ev Darüşşafaka TİM Sineması'na 3 dakika mesafede idi. Ben 18:45'te sinemaya gider 19:00 ve 21:00 seanslarına birer bilet alırdım. 19:00'da filmi izler, 20:53'te filmden çıkar. 20:56'da eve girer biletini Ayşen'e verirdim. O da 21:00 seansını izler. 23:00 gibi eve gelince, çocuklar da uyumuşken film üzerine konuşur; sinemadan sonra ne yapılabilirse onu yapardık. Ne şiş yanardı, ne kebap.
Haziran'dan beri oturduğumuz yeni evde bu mesafede bir sinema yok. Sinema için alışveriş merkezine gidiyoruz. Birisi çocuklarla gezerken diğeri film izliyor, ya da Cumartesi birimiz "iki film birden" yapıyor, pazar diğerimiz. Lafı gelmişken Soul Kitchen da bomba prodüksiyon, izlenesi ;)
Dün de, aynı dönüşümle Avatar yapalım istedik. Film uzun malumunuz. 18:00'de birimiz girer, diğer üçlü İstinye Park'ta sürter. 21:00'de çocuklar devir teslim olur, filmi izleyen Nisan-Güney'le beraber eve. Diğeri sinemaya. Aklımıza yattı.
Tam bilet alırken (mybilet'in internet bilet satışındaki hizmet bedeli neden kiosk'takinden daha fazla? internetten almayın bileti son dakikaya bırakın. biz hangi seansta satışlar nasıl gidiyor bilemeyelim, insanlar gelsin kiosk'a abansın, kuyruk olsun bilet alamayanlar "mına goyam" deyip mutsuzca eve gitsin isteniyor sanırım...Bu biletçiler gerçekten çok kötü. Al biletix'i vur mybilet'e) Ayşen'in -ve benim tabii- ofisten arkadaşları Seda-Umay ve Özlem "aaa, siz birlikte gitsenize, biz bakarız çocuklara, oyalanırız birlikte" dediler. Hadi canım?! :)
İnanamadık, yarım saatlik bir teorik Nisan Güney 101 dersinden sonra hep bir okul çıkışına gittik çocukların. Ve inanılmaz, 17:45 itibariyle biz gubidik üç boyutlu gözlükleri takmış halde sinemadayız, çocuklar da yeni arkadaşlarıyla dolanıyorlar çocuk parkında.
Avatar da Avatarmış kardeşim. Allah var üç saat boyunca pek de başka bir şey düşünmeye fırsat olmadı. Gözüm zaten arkada kalmamıştı, ki üç boyut dalınca sinema perdesinden hepten ayıramaz oldum.
Çıkışta bir baktık. Mutlu bir Nisan ve Güney, eğlenmiş bir Seda ve Umay. İşin ilginci Nisan ve Güney direk arkadaş olmuşlar kızlarla. Aradan bizi çıkarmışlar.
"Umaycım bigün bize yatmaya gelsene:)))"
"Sedacım kucağına oturabilir miyim?"
Uzun laf oldu, kısası şu. Bir ilki başardık, ya da bizim dostlar başardı. Nisan ve Güney "arkadaşlarıyla" üç saat geçirdi, biz de film izledik. Gecenin sonunda hepimiz maviş Avatar gibin haykırıyorduk sevinçle.
Buradan kuru bir teşekkür Seda-Umay ve Özlem'e. Lakin, kuru teşekkür kesmez. Nisan'la Güney'in yeni kankalarını bir yemeğe götürmeli. Ve onun için de Nisan ve Güney'le 2-3 saatliğine ilgilenecek birileri gerekiyor, anladınız siz. Saadet zinciri başlasın o halde ;)