27 Şubat 2013 Çarşamba

Bir Kenara Yaz



Ne zormuş sıfırdan birisinin öğrenmesine şahit olmak, ne kadar da mucizevi. Vücudumuz, elimiz, dilimizle ne kadar da ince hareketler yapıyormuşuz, ne çokmuş bunun sayısı. Elin doluyken poponla kapı kapatmayı, oturmadan önce masa ve sandalye arasındaki mesafeyi doğru ayarlamayı, çorba içerken kaşığın altından damlamasın diye kaşığı hafifçe kasenin altına sıyırmayı, duş alırken sıcakla soğuk arası o nefis dengeyi sağlamak için armatürle ince ayar yapmayı bir çocuğa tarif etmek nasıl da mücadele işiymiş. İlk 6 sene, Nisan ve Güney'e fiziksel olarak öğretebildiklerimiz insanın doğaya ve yerçekimine karşı savaşının ince taktikleriydi. Duygusal boyutu, insan sevgisini, saygıyı, güveni, cesareti, nezaketi, adaleti, merhameti saymazsak. Saygıyı öğretirken Behzat Ç'deki Ercüment manyağına hak verdiğim anlar oluyor, dünyadaki saygısızlığın boyutunu gördükçe. Ne mallar var, bunların gerçekliğini nasıl anlatırsın o pürüzsüz duyguların sahibine?  Ben ne kadar öğrenmişim ki, haddimi aşıp başkasına anlatayım. Bambaşka bir konu.

Fiziksel ve duygusal boyutun yanında, okulla birlikte (ki günümüz çocukları bir şekilde 3 yaşından itibaren okullu oluyor) beyinsel öğretiler girdi hayatımıza. Renkleri, hayvanları öğrendiler, resim yapmayı. Sesleri, kelimeleri, pek az İngilizce kelimeyi. Saymayı, sayılmayı. Einstein mı kim demişti artık beynimizin şu kadarda birini kullanıyoruz diye.Doğru gibi görünüyor buradan. Gerçekten olağanüstü, ne verirsen onu yerleştirecek bir alan buluyor çocuk beyni. Bir de hazırda yanıtını senin bile bilmediğin soruları var beyninde. Sonsuz bir yetenekte her çocuk. Öyle tabi, neyle neyi kıyaslayacaksın? Her çocuk başka bir renk. Bambaşka bilgiler için bambaşka alanlar var her birinin beyninde. Ve biz okul eğitimiyle hepsinin o farklı kıvrımlardaki beyinlerini aynı örtüyle kapatıyor, öğrettik diyoruz. Burası da acı kısmı.

Aşağı yukarı 6 ay oldu Nisan ve Güney okullu; ilkokullu olalı. İnanılmaz dolu bir gündemleri, harika arkadaşları, çizginin çok ötesinde bir öğretmenleri var. Gerçek dünyanın zorluklarından kaçmadan, pisliğine bulaşmadan gerçek dünyaya girdiler. Bizim çocuklarımız olmaktan çok öte sıfatları var artık. Geri dönüşüm kutusuna atmak üzere biriktirdikleri çöpleri, bitirilecek ödevleri, okuyup sevdikleri kitapları, teneffüsteki futbol maçında yedikleri golden kelli hayal kırıklıkları, bizden sakladıkları gönül ilişkileri var. En önemlisi de harfleri ve satırları var. Kendi dünyalarını anlatmaya doyamayan iki çocuk, içlerine sığamıyor yazıyor da yazıyorlar. Evin her köşesi, defterlerinin her sayfası notlarla, şiirlerle, hikayelerle dolu. Her an her kapının altından sürpriz bir hikaye gelebilir. Her gün sevdiğinden mektup alan aşıklar gibiyiz. Günde beş kere hatta. Üretmek için yanıp tutuşan, bundan zevk alan  bir anne-babanın; üretmekten bıkmayan çocukları diyebiliriz başka hiç bir şey diyemiyorsak. Bu gece huzurla uyumak için bir neden daha çıktı bana. Pek ala.