Her anne baba kadar, belki de fazlasıyla yakınıyoruz. "İki dakka durmuyorlar", "Evin altını üstüne getirdiler", "Bugün bir lokma yemek yemedi", "Bizimkilerin inadı tutmaya görsün" cümlelerini tekrarlıyoruz. Kimisi haklı, kimisi fazlasıyla öznel. Yorgunluk, çaresizlik ya da sinir anında öyle düşünüveriyor insan.
Lakin, anne - baba olarak yalnız ve yalnız bir şeyden yakınma hakkımız olsa; şüphesiz uyku konusunu seçerdik.
Nisan ve Güney'i beklerken çevreden sürekli "İkiz mi, ayy ne güzel" cümleleri duyuyorduk. Ve o kadar kolay farkediyorduk ki "ayy"ın içindeki gizli acıma duygusunu; kızıyorduk yer yer. "Ne gerek var canım böyle çok zor-üstesinden gelinmez bir şey gibi lanse etmeye?" Her neyse efendim, Nisan ve Güney 24 Ocak 2006 günü sabah 07:36 itibariyle doğdular. Ve tüm 24 Ocak'ımız, gelen tebrik telefonlarını yanıtlama, Ayşen'le ilgilenme, en önemlisi de Nisan'la Güney'i uyandırmaya çalışma çabası ile geçti. Uyuyorlardı, gelenlerin "Maşallah maşallah, uyusunlar uzak yoldan geldiler." nidaları arasında. Gece 2'ye kadar kah biz kah hemşireler çimdikledik minicik topuklarından, uyanıp iki ağız meme emsinler diye. Gece 2'de ağlayarak uyandılar. O uyanış, bu uyanış.
İlk dört ay salonda yaşadık Nisan ve Güney'le. Küçük beşikleri vardı. Biz koltuklarda uyuyorduk. Ayşen, anne kontenjanından devamlı salondaydı. Ben işe giden baba mecburiyetiyle arada yatak odasına gittiğimde, devamlı değişen bakıclardan birisi odasından salona geliyordu. Nisan, Ayşen, Güney ise uyumadılar. Hiç.
Burayı vurgulamalı. Eminim ki herkes çocuğunu büyütürken en az bizim kadar yorgun düşmüştür. Bizim tek farkımız, kayıt tutmamız oldu. Günlerin ve anların birbirinin aynı oluşundan mütevellit, dejavuyu engelleyelim kaygısıyla "Az önce kimin altını almıştık, Nisan'dı değil mi, emmiş miydi, hangi gündü o hani altını açtık da üzerimize işedi? Güney kaka yaptı mı bugün?" kargaşası son bulsun diye, an be an logfile'ını tuttuk çocukların. Ve gördük ki, Ayşen ilk 4 ay boyunca bir kere bile 3 saat uyuymamış kesintisiz, günde 25 kere emzirme 25 kere alt almaktan vakit bulup da.
Dördüncü ayın sonunda, beşiğe sığmaz hale gelince bizim canlar, yataklarına geçtiler. Biz de telsiz sistemini kurup odamıza. O zaman da iki saatte bir uyanıyorlardı, gecede onlarca kez alıyorduk virajlı yatak odası-çocuk odası yolunu koşa koşa. Ancak esas sorun, uyuymamaları değildi, uykuya nasıl dalacakları idi.
Beşiğin tıngırtısı iyiydi, ama bitti. Anne memesinde uyuyabiliyorlardı, ama bu paylaşılmayan bir anne durumunda anlamlı oluyordu. Biz de Avustralya yerlilerinin metodunu uygular olduk. Çocukları kanguruya koyup, masanın etrafında döne döne uyutuyorduk.

Kanguru metodu iyiydi aslında, dinamik bir uyutma yöntemiydi. Lakin, çocuklar büyüdükçe iyice sıkışık biçimde yerleştikleri kangurudan inerken uyanmaya başladılar. Verimliliğini kaybetti. Biz de Alaybey Tansaş'ın karşısındaki bebe malzemeleri satan dükkanın kapısını çaldık. Salıncak konusu için.
Salıncaklar, ilk tatillerimizde yanımızda götüreceğimiz kadar faydalı oldu. Çocuklar bayağı bir müddet salıncakta daldılar uykularına. Hem keyifliydi, hem de bizi "ayakta sallama/battaniyede sallama" gibi aslalarımızı çiğnemeye zorlamayan ara bir yol oldu. Bayağı bir müddet de uykuya salıncakta gittiler.

Salıncakta uyuyup yataklarına giderlerdi. Ama ağlayarak, çığlık çığlığa gece uyanması hiç azalmadı. Etraftaki "Şükür bizimkini akşam on gibi yatağına koyuyoruz, sabah 8'e doğru uyanıyor" diyen ebeveynler azalmadığı gibi. Birbirlerini uyandıracaklar, uyumadılar, ateşi çıktı yazık derken bir de baktık ki yanımızda yatıyorlar. Dört kişi, iki küçük Da Vinci'nin meşhur grafiğindeki gibi açmış kolları bacakları, bir de düz çizgi şeklinde yatan anne-baba. Aylarca öyle yaşadık. Kötü falan değildi, gece yatarken yüzüne gelen minyatür bir elden ne kadar şikayet edebilir insan?
Çocuk dediğin bokunu çıkarmaya muktedir. Bir gece yine bir gezi dönüşü baktık ki, Güney bir eliyle Ayşen'in saçını tutmuş öbür eliyle omzunu. Ayşen ise ayakta durup yatağa doğru eğilecek, aksi takdirde kımıldadığı an uyanıyor Güney, yeri göğü katıyor birbirine. Ne kadar zaman geçti bilemiyorum, yeter dedim. Bu çocuk yatağında uyumayı öğrenecek tekrardan.
Ferber yöntemini duymuştum, uygulamanın vakti dedim. Ne kadar ağlarsa ağlasın. Koyduk yatağına. İlk deneme.
15. dakika ağlamanın sonunda daire kapısı tıkladı. Baktım alt komşu. Ya da alt komşunun eşi. Komşu lakabı hangi cinsiyete ait bilemedim, ama alt kattaki kadın geldi kısacası.
- Çok içli ağlıyor bir sorun mu var?
- Sağolun ilgilendiğiniz için, biz de ağlamasını istemiyoruz.
- Çok içli ağlayınca...
- Benim de bir baba olarak içim parçalanıyor tabi. Sizin tecrübeli bir anne olarak varsa bir fikriniz.
- Çok ağladı biz de..
- Hanfendi siz merak ettiğiniz için mi buradasınız, rahatsız olduğunuz için mi?
(alt kattan komşu, ya da eşi, kısaca Burhan'ın sesi) - Rahatsız olduk Erdem Bey, sizin de çocukların da sesinden.
- Rahatsız olduysanız polis çağırın lütfen. İyi geceler.
Çocuğunun ağlamasının üstüne gelen her yorum fazladır bir anne baba için. En azından bizim için. Bu olayın üstüne Burhan ismi marka oldu bizim evde, Burhan Altıntop'un da katkısıyla; çocukları korkutacak sanal, ceberrut alt komşu ismi hep Burhan kaldı. Benim küçüklüğümün Burhan'ı da Tayfur idi bu arada :) Ama Ferber metodu da bir süreliğine askıya alındı. Zaten pek de hazır değildik. Erteledik.
Bieberon devriydi, biberonda süt emerek uyumaya alıştı çocuklar. Bizim yatağa iki çocuk ve yarı dolu iki biberonla gidiyorduk. İkinci masalın ortasına doğru biberonlar bitiyor ve gözler kapanıyordu. Ama dedim ya, çocuk sınırları zorlar her zaman. Değişiyor, gelişiyor. Bir kaç hafta sonra çocuk başına yarım biberon, iki tam biberona çıktı. Masallar uzadı. Keloğlan'ın gezmediği ülke kalmadı ve gözler hala tam kapalı değildi. Bir müddet daha geçti. Ki bu bir müddetin içinde benim bir aylık yurtdışı iş seyahatim falan da vardı. Gece düzenli uyumayan iki çocukla, sürekli arıza yapan bakıcılarla ve gündüzleri 10 saatlik mesaisinde işiyle uğraşan Ayşen'i kurtarmak amacıyla benim de ısrarımla 2.Ferber devrini uygulamaya başladık.
Anne ve babanın uzlaşması çok önemli başlangıçta. Yöntem kısaca şu. Çocuğun uyku saati geldiğini anlamasını sağla. Banyosunu yaptır, pijamasını giydir. Masalını oku, öp ve "Canım şimdi uyku vakti, hadi sana iyi geceler. Korkmana gerek yok ben evdeyim." de, göz teması kurmadan aşırı bir merhamet göstermeden odadan çık. Muhtemelen ağlayacaktır çocuk, ve ne kadar ağlarsa ağlasın 3 dakika boyunca odaya girme. (Ki 3 dakikanın ne kadar uzun sürdüğünü tahmin edebilir herkes) 3 dakikanın sonunda ağlama devam ediyorsa odaya gir, kızmadan ama aşırı şefkat de göstermeden "Geç oldu hadi yatmalıyız" manasında bir sözle varlığını hissettir ve çık. Ağlama kesilmezse bunu 5-7-10 (maksimum 10) dakika aralara tekrarla. Çocuk uyuyacaktır.
Kapının önünde çocukların çığlıklarını dinlerken, "Nah uyuyacak" derken bitti bir biçimde üç dakika. İlk ziyareti yaptık. Bir şey değişmedi, ümitsizliğe kapılmak üzereyken....2. dakikada kesildi sesler. İnanılmaz. Ferber bizi diskoya götür.
Tabii ki çocuk gelişiminde hiç bir şey cetvel gibi dümdüz gitmiyor. Ancak o gün bugündür Nisan ve Güney kendi kendine uyumayı başarıyor. Uykuya dalmadan bizi 20 tur çağırıyorlar. "Başucuma süt-su-meyve suyu-peçete koyabiler misin?", "Dün aldığımız küçük balerinlerin olduğu kitabı okuyamıyorum, ışığı açabiler misin?". Ağlayarak uyanıp gördükleri korkulu rüyayı da anlattıkları oluyor, su istedikleri de. Ama Ferber'e bin selam olsun ki neredeyse 1,5 yıldır Nisan ve Güney'in ciddi bir uykuya dalma sorunları yok.
Evet az uyuyorlar, evet onlar uyuduktan sonra bize kalan zaman yetmiyor. Ve evet, kimi gün uyumaları için hala gözlerinin içine bakıyorsun. Ama öyle bir şey ki, aslında uykuya daldıktan 25 dakika sonra özlüyorsun. Sabah olsun da, mis gibi kokmuş boyundan, pembe yanaklardan öpeyim diye.