27 Temmuz 2011 Çarşamba

Periler ve Gerçekler


Yeni neslin ana-babaları olarak hayatımızı çocukları mutlu etmeye adıyoruz. Bazen geri tepiyor. Bizim neslin imkansızlıktan aldıgı haz, ufacık şeyle mutlu olabilme yetisi eksik kalıyor. Mesela sabahtan akşama kadar hayvanat bahçesi, çocuk parkı, piknikle geçen günün sonunda akşam pelte gibi eve geldigimizde kanapede bayılırken Nisan ve Güney "Ne? Bebeklerle oynamayacak mıyız? Japon kale maç yapmayacak mıyız? E hiç birlikte oynamadık ama?" diyebiliyorlar. Biz olmuşuz Japon kale, ben hiç yapmamışım anam babamla Japon kale maç.

Komple de tatminsiz olmadılar çok şükür, akülü araba diye aglamalar, demir scooter diye tutturm alar olmadı. İmkanların farkındalar.

Bu aralar patır patır diş döküyorlar. Zaten ailede sakarlık bol bulunur meziyet oldugundan, süt dişler hep çarpılmıştı. Her diş gittiginde, diş perisi hediye getiriyor. Noel Baba'nın tevatür oldugunun 1,5 yaşından beri farkında olan Nisan ve Güney, gecenin 2'sinde çıkan dişe bile hediye gelince diş perisine kesinlikle inanır oldular. Benzin istasyonlarına müteşekkiriz bu arada.

Güney bir gece aglayarak kalktı, dişim dişim diyerek. Alt ön iki dişten biri zaten çıkmış gitmiş, digeri de aşırı sallantıda. İlkini alıverdik. İkincisi için Erdem "acaba ip mi baglasak mı?" dedi. Güney aglayarak "yok gerek, gerek yok, gerek merek yok, ne gerek ip mip" diye haykırıyordu. İkisini de çekince Nisan'ı uyandırmaya çalıştı. "Nisancım uyanabilir misin? Bak dişlerime?"
Nisan uyanamadı "Ya Güney sabah bakayım n'olur, gözümü açamıyorum, sen de hemen yat, diş perisi iki dişe iki hediye getircek, geç olursa gelemez bak" dedi. Güney'in öyle bir yataga çıkıp yatışı vardı ki...
Sabah yatagında 2 hediye görünce; "Aaaa bu diş perisi gerçekten çok tatlı, beni de seviyo, 2 hediye birden getirmiş.Ne istedigimi nasıl da bilmiş" diye mutlu oldu.

En son Nisan aynı günde 2 ön dişini kaybetti. Gece diş perisi geldi. Sabah "Ay bu diş perisine ba-yı-yı-yo-yum." çıglıgı ile uyandık.


Hayat; onların bu delice mutlu anları adına güzel, en büyük coşkunuzu alın, 1000 ile çarpın; işte o mutluluga seyirci olmanın tadına biraz yaklaşabilir.

Bir de diş perisine degil, Külkedisinin perisine ihtiyaç duyan çocuklar var; dünyanın her yerinde, hatta uzaga gitmeden; kendi cografyamızda, belki de mahallemizde...


Dünya; çocuk gözünden bambaşka, savaşlar içinde, depremler altında, yokluk ortasında, çocukların dilekleri hep mutluluga dair, mantıktan uzak, neşeye yakın.

Capitol Dilek Agacı projesini duydunuz mu bilmiyorum. Kocaman, bembeyaz bir agac var Capitol'de. Dallarında 1500 dilekle açmış. Mardin'li çocukların dilekleriyle. Pamuk Prenses elbisesi istiyor biri, ayagındaki burnu açılmış ayakkabılarına bakarak. "Pempe sehat" yazmış pembe saat umuduyla bir digeri.

Bu ülkeye dair son zamanlarda beni en mutlu eden olay, bu 1500 dilekten sadece 165 tanesinin kaldıgını ögrenmek oldu. Ölmemişiz daha, tükenmemişiz ülkece. Hala anlayabiliyoruz demek çocuk umudundan. Çocuklar en çok bisiklet istemişler ilk dilek olarak. Alınmış hediyeler arasında yanyana bir sürü bisiklet gördüm. Kimse yerinmemiş, üçün beşin hesabına girmemiş, pembe bisiklet isteyene pembesi gelmiş, hatta birisi arayıp bulmuş; pokemonlu'sunu almış tam da dilekteki gibi. Ve onca hediye arasında bir anıt gibi duran çamaşır makinası. Dilegin sahibi küçük yürek; "annem hep çamaşır yıkıyor, çamaşırı makina yıkasın, annemin benimle geçirecek
vakti kalsın" dilemiş.

Biz iş yerindeki tüm kızlar birer dilek perisi olduk. Tarihten gözlerimi dolduran bir isimle geldi; perilik bahşetti, mutluluk verdi bana, Mardin'den, adıyla yaşayası, sevgili Mazlum Dogan.

Son 165 dilek; sonrası eylülde okula gülerek koşan yüzler olacak. Hayatlarında belki de tek kez; istediklerini dileme hakları oldu.
Yaşanan her şeye inat, bir çocuk gülümsemesi ile yine de güzelsin hayat!

2 Haziran 2011 Perşembe

Yine Yeni Yeniden


Uzun bir ara vermiştim. Onca dert, çaba, neşe, coşku arasında biriken sayfalarca anı oldu. Kronolojik yazayım, dur videoyu bulup öyle yazayım derken hep erteledim. Ama bu gün güzel bir süpriz oldu. Blogger'lığımı hatırladım yeniden. Dettol'den kargo geldi. İçinden parmak boyası ve yeni sensörlü sabunları çıktı. Nisan ve Güney'in heyecanı, benim bir blogcu anne olarak hatırlanmamın coşkusu ile kendimizi yerleri, duvarları kah isteyerek kah sehven boyarken bulmamıza sebep oldu. Hemen boyaları denedik. Bir ikiz annesi çok boyutlu düşünebilmelidir; ama
bu sefer zaman zaman fotoğraf çek, halıyı koru, parkeyi sil, Dettol'ü kurcala derken az daha beynim akacaktı. Gerçi faaliyet sonucu ben evi kısmen eski haline çevirmiş, Nisan ile Güney'i küvette paklamış iken ikisi bir gelip "sağol, çok eğlendik" dediler ya, gene değdi her şeye, tavanı bile boyamış olsalar değerdi.

Dettol'e hem süprizleri için, hem bizi yeniden çılgınlığa teşvik ettikleri için, hem Nisan ve Güney'in içini açıp lavaboda köpürtüp ziyan edemeyecekleri bir sabun tasarladıkları için, hem
de beni bloga döndürdükleri için teşekkür ederim.
Bundan sonra "Ay 1 Mayıs'ı yazmadan Haziran'daki yılsonu gösterisini yazmayayım", "Şu lirik dans hikayesi çok komik, yazayım ama saat 11 olmuş, şimdi geç oldu uzun sürer" demek yok. Çala kalem, ne zaman ne istersem, kısa kısa ama sık sık yazacağım. Özlemişim.
Buyurun, sözü uzatmadan sizi sanatsal çalışmalarımızla ve felaketimizle baş başa bıra
kayım yeni format gereği...


19 Ocak 2011 Çarşamba

Lunapark

iPhone, Playstation, Lego falan hepsi pederşahi işler ama çocuk en çok lunaparkta eğlenir efendiler. Biz de öyleydik, bugün de aynı, bence yarın da değişmeyecek. (Cümle yapısı gereği serbest çağrışım http://bit.ly/fM9UVp )
2003-2007 arası İzmir'de yaşarken, Karşıyaka Girne Caddesi'ndeki lunaparka 200 metre mesafede otururduk. Çocukluğu harcadığım atarici de oradadır. İzmir Fuarı Karşıyakalılar için fazla sezonluk ve fazla İzmir'dedir. Evet fuardaki lunapark daha bir candır, daha yeni ve çok sayıda alet vardır ama Girne Lunaparkı daha bizdendir. Kuyruk az olur, neredeyse 365 gün açıktır. Biletler daha ucuzdur. Arada Gümüşpala'nın çocuklarıyla takışırsın en kötü. E fuara da Kuruçay'dan falan az mı it kopuk gelir, aynı hesap.
Nisan'la Güney'in ilk lunapark macerası burada gerçekleşti. Tabi şöyle bir değişimi unutmayalım. Bizim zamanımızda var olmayan alışveriş merkezleri ve alışveriş merkezlerinin içine kurulan 0-6 yaş ötesine pek hitap etmeyen çocuk lunaparkçıkları. Nisan'la Güney burada bir miktar mesai harcasa da, içinde Balerin olan ilk lunapark deneyimleri Girne'dedir. (http://www.youtube.com/watch?v=wkyoRyJFYiU)
Herhalde 7 aylık falanlardı kucağımızda ilk Elma Kurdu deneyimini yaşadıklarında. Güney, erkeklikten mi tarz farkı mı neyse artık severdi böyle hareketli gürültülü eğlenceyi. O gayet eğlenedururken Nisan hafiften panik olmuştu.
80'lerin tasarruf toplumunun çocukları şanslı. Erişemediğimiz ne varsa çocuğumuz mahrum kalmasın istedik. E special thanks to People's Republic of China. Her şey daha ulaşılabilir, her şey görece ucuz. Öyle olunca bizimkilerin Türkiye'nin bilimum lunaparkında atlıkarınca deneyimi yaşaması şaşırtıcı değil. Yine "biz yaşayamadık onlar görsün" anaçlığı ve babaçlığıyla Paris Disneyland da gördüler, İsveç Djurgarden (?) lunaparkında Uzun Çorap Pippi temalı vakit de geçirdiler.
Bu haftasonu bir vesile Bostancı Lunaparkı'nda bitirdik geceyi. İzmir'deki en şahane üç arkadaşımızla birlikte. Gece 11, bir grup apaçi, bir grup cadde çocuğu ve biz. (Apaçi demek ayrımcı mı bilmiyorum. Ama seviyorum tabiri, hem ne anlattığı aşikar, hem de yakın hissediyorum kendimi apaçi dediğim çocuklara. Eğlenceli kendi halinde tipler.)
Bir iki atlı karınca, dönen salıncak deneyiminden sonra görmemiş 80 kuşağının iki üyesi oranın şaşaalı aleti Star ejection'a binmeden duramadık. Ki kendisi 5 biletti, ki babaları asla lunaparkta eğlenmeyen bir nesildik, ki acayip yukarı fırlatan bungee jumpingvari bir düzenekti.
http://video.yahoo.com/watch/7973943/21127243
Nisan ve Güney'in korku dolu bakışlarını unutmayacağım. Kendi çocukluğumdan babamın Karadeniz'de yüzerken bir kaç metrelik dalgalar arasında bir yok olup bir görünerek yüzdüğü günü hatırlarım. Sıkı korkmuştum. Çocuklara bu iç titremesini mi yaşattım bilmiyorum ama iyi fırlattı şerefsiz. İndiğimizde uzaydan gelen astronotların ailesiyle sarılma anını yaşadık allahıma. Nisan'la Güney'de bir "benim babam ne adammış" bakışı ki, uzaya gitmeye ne hacet.
Ertesi gün daha da kalabalık bir dost meclisi Karaköy'de kahvaltı ettik. Sonrasında da iskeleye boynum kalınlığında zincirlerle bağlı vapurlara bakıyoruz. (Çocuklu aileler çok ilginç şeylere bakarlar.) Zincirin üstü silme midye. Güney özendi, küçücük siyah midyelerden istedi bir tane. Anam durur muyum. Demire tutunuyorum, bir arkadaş elimden tutmuş dizim Boğaz'da, üstüme Haliç'ten su sıçrıyor. Güç bela bir midye kopardım komple deniz suyuna bulanma pahasına. Güney mutlu, ben yakayı kurtardığıma mutluyum.
Nisan, izleyici, geldi operasyonun sonunda. Yağmur soğuk soğuk yağıyor, yanakları pembeleşmiş. Saçları ıslanınca daha da bir güzel salınmış aşağı doğru. Elleri belinde, gülerek "Ne kadar da cesursun." dedi.
Ben daha ayılamadım.

12 Ocak 2011 Çarşamba

Ağzı Penalı Çocuk

Blog'un adı da kendi de Nisan Güney. Ama her yazının öznesi Nisan Güney olacak değil ya. Ki içinde Nisan ve Güney olmayan hangi harf var ki bende, ne yazayım onlarla.
Ben hep elim cebimde gezdim herhalde baba olana kadar; şimdilerde "Günün birinde şu eve elim cebimde girmeyi de görsek.." diye sızlansam da hiç demirbaşım olmadı. Ara ara kitap, rakı, çiçek, sigara, pankart, telefon, bilgisayar, puset tutsa da elim hep "herşeyci" idim, "birşeyci" olmadım. Ona ise hep aynı şeyi taşıttık. Omzundaki gitar kılıfı izinin müsebbibi biz istedik ki konuşalım-gülelim-sarhoş olalım-aşık olalım-bir bira daha açalım-çay demleyelim-susalım-susamayalım; ama fonda hep o olsun. Sam, bir daha çalsın istedik. Sağolsun , hiç de susmadı. Bir eliyle akort yapar, penayı iki dudağına sıkıştırırken yakalamaya çabaladı lafı. Sahneyi hiç bırakmadı, biz izledik. On metrekarede yirmi kişi götgöteyken de; bilmem kaç binlik amfitiyatroların serinliğinde de sakin sakin coşturdu bizi. Biz hep güldük. O sahnedeyken, sahne hep doldu.
En mutlu günüme "Belle" ile ses oldu, iki gitar teliyle bana benim aşkımı çaldı, gözüm yanardağın lavını-külünü kollarken "Hani Hayat Bir Oyundu?" diye sitem etti. Kendimle en çok, oğlumla en çok başbaşa kaldığım anda; en yalnız en çaresiz günümde bildiğim en Batı yerde bildiğim en Güney'le bir faltaşı gibi açtırdı gözümü ki "Harap olmuştuk aşktan..." Fala hiç inanmadım, ama onun çıktığı falı reddetmek ne mümkün. Fal ne diyorsa desin, biz onun çıkacağını biliyorduk.
Cihan Güçlü, senin şansa mansa ihtiyacın yok. Bana kalsa isteyecek bir şeyin de yok; müzikle ne kadar iz bırakılırsa kalpte o kadar sesinin izi var her gün bizde. Çalmasan duramazdın, çaldın sen de. Ben de yazmasam duramazdım. Yürü Cihan, penayı koy dudaklarının arasına yürü. Yürürken mırıldan bir şeyler de dinleyelim. Yoksa, çok sessiz burası.

11 Ocak 2011 Salı

Naturel


Twitter'dan mı öğrendik, yoksa "Özet geç lan piç" diyen incici ağzının etkisi mi uzun yazmak istemiyorum. Yazmak istiyorum.
Nisan ve Güney iki hafta sonra 5 yılı bitirmiş olacaklar. Koca çocuk oldular, beş yıl içinde totalde iki hücreden iki küsür metreye geldiler; ama sanki ben daha çok değiştim. Onlar mı daha çok öğrendi, biz mi kapışırız.
Herkesin bildiği en doğru sözüm yok, bizim doğrumuz da çocuklara içinde din olan hiç bir şey öğretmemek oldu bugüne kadar. Anne baba da olsan, et tırnak falan ne ise işte; din şahsi mevzu. İsteyen öğrenme yaşına gelince, arar öğrenir kendisi. Ben kimim ki birine din öğreteyim, ne haddime.
Tabi bu ülkede dinin sosyal-psikolojik yan unsurları var. Bu yazıyı okuyan çoğu insana ilk korkuları ve sınırları dini öğelerle öğretildi. Haliyle bunu da ikame etmedik, boş kaldı o duvar. Asmadık bir çerçeve.
Şuna geleceğim, Nisan ve Güney envai çeşit soyut kavramı hayatlarına alıp tepe tepe kullanabilecek kadar geliştiler ama ölüm, cehennem, günah, haram gibi kelimelerin altı tamamen boş onlar için henüz. Ürpermiyorlar bizim gibi. Ölüm, onu önyargısız algılayan beş yaşındaki çocuklar için öyle basit, öyle doğal bir kavram ki; bu durum bizler için ölümün kendisinden daha korkutucu olabiliyor. Ölümü bilmiyoruz biz büyükler, korkarak algılıyoruz. Çocuk için ölüme gelene kadar, o kadar çok bilinmeyen var ki; ölüm şaşırtmıyor onu.
Dan diye geliyorlar bazen,
- Baba sen ne zaman öleceksin?
- (Hobaa) Ne bileyim oğlum. İnsanlar genelde yaşlanınca ölürler, ama başına bir kaza falan gelirse daha erken de ölebilirler.
- E bazı yaşlılar ölmüyor?
Hadi bunu toparladın da, şöyle çıkıyorlar karşına.
- Baba, biz Nisan'la aynı anda doğduk ya, hangimiz önce öleceğiz?
Aklımız "Töbetöbetöbe, ağzından yel alsın, allah gecinden versin, şeytan söyletti, bismillah, eüzübillahi"ye de çalışmaz ki bu ünlemlerle savuşturabilelim :)
Bu soruyu göğüsleyebilene aşk olsun, öyle kalıyorsun. Nietzsche falan birileri bir el atsın da çıkışı göstersin bize. Çocuksun da her şeyi öyle naturel algılama di mi, Allahtan kork derler adama.

10 Ocak 2011 Pazartesi

Kaza Raporu

Son dönemlerde sorana şöyle tanımlıyorum çocuk sahibi olmayı;
"Abi kendine çok büyük bir eğlence ve çok büyük bir endişe yaratıyorsun."
Çocuğun ne kadar bal börek bir şey olduğunu çok anlattım, dileyen okusun aşağılardan. Ama bir de endişe kısmı var ki, anam anam. İlk doğduğu günlerde o kadar küçük bir canlının nefes alıyor olmasına hayret ederken, uykusunda nefes alıyor mu diye ister istemez; bir manyak gibi; dakika başı çocuğun soluğunu kontrol ediyor insan. Beş sene geçti hala değişmedi. Her gece, Nisan ve Güney rahat nefes alıyor mu diye kontrol etmeden uyuyamayız.
Bu denli sevip, endişelenip ve sakınıyorsun ama; çocuk işte. Nisan ve Güney de her çocuk kadar "iş kazası" yaşadılar. Ömürlerimiz orada kısaldı, saçlarımız o günlerde ağardı.
İlkini hatırlıyorum. Henüz birkaç haftalıklardı, bir apartmanın giriş katındaki çocuk doktorlarına gitmiştik. Bir sebeple, Ayşen ve Nisan içerde; Güney ve ben kapının önündeydik. Beşer harfli isimlerine bakmayın; ikisi ancak beş küsür kilo o zaman. Kucağımdaki Güney, nasıl yaptıysa kendini atar gibi savurdu. Acemi babaysak o kadar da değil, tuttum elbet. Ağaçkakan Woody gibi kafasını geri doğru çektiğiyle kaldı. Ama camdan gören Ayşen'in bir çığlığı var ki aman aman...

Bir kere de, 6-7 aylıklarken ikiz arabalarıyla Alaybey (Karşıyaka) Tansaş'ta alışveriş yaparken arabanın arkasına astığım torbaların ağırlığından arkaya doğru devrilmişliği vardı. Gözlerindeki şaşkınlığı hadi gel de anlat anneye :) (Yazıyı yazarken canlı yayında farkediyorum ki, kazaların çoğu da hamilik babadayken olmuş. Neyse canım buradan sosyal tespit çıkarmayalım, münferit olaylardan bahsediyoruz :)
Daha koşmayı yeni öğrenmişler. Yaş bir küsür. Güney kalorifer peteğine bir girdi ki kafadan, evin geri kalanı sallandı. Sanki ACME balyozuyla kafasına Road Runner çakmış Coyote gibi şişti bir kaç saniyede.

Beş dakika mesafedeki polikliniğin aciline gidene kadar da indi. Çocuk bünyesi nasıl güçlü, hücreleri nasıl da çılgınca yenileniyor yaşarken öğreniyor insan.
Sonra yaş iki oldu. Nisan ve Güney oynarken Güney ön dişini sert bir yere vurdu. Ağız kan revan; mosmor, diş düştü düşecek. Kaç dişçi gezdik o gün hatırlamıyorum. Hepsi "Bu diş iki güne düşer, çekmemiz lazım" dedi. Ayşen, anne kafası bambaşka işte, "Çocuk dişsiz kalmasın yenisi çıkana kadar, düşerse kendi düşsün. Vermem oğlumun dişini." dedi. Haftaya üçüncü yılı dolacak o kazanın, düşmedi diş.
Ev kazaları, yağ sıçramaları sandalyeden düşmeler derken; 4 yaşına ayağını bisiklet zincirine taktırmayı da yaşamak Nisan'a nasip oldu. Yıl 2011 Ginger Minger iyi gidiyoruz da aga, çocuk hala bisiklet sever; bisiklet biner. Ayrıma dikkat, orada bir anlam varmış. Bisiklete değil bisiklet biner çocuk:) Kendi binemezse de mahalledeki ablasının selesine biner. Kader kısmet değil işte, hayat zor ve acı. Ayağını oraya sıkıştıracaksın, yol oradan geçiyor. Büyüyor ve öğreniyorsun. Ayağını sıkıştırmadan olmuyor.
Artık yaş beşe beş var, kazalar seyrelir, dizlerdeki yara kabukları azalır derken son üç haftada yine inceden revire döner olduk. Nisan, okulda elmacık kemiğini sandalyeye çakmış. Ünvan maçı ertesindeki Mike Tyson gibi geziyor evde. Buz koyduk doktora gittik derken, bir iki hafta sonra Güney okulda kankasıyla kafa kafaya çarpışmışlar. Bizimki dili dışarıda nefes nefese koştuğundan kelli, dilini yarmış. Bu yaşta diline dikiş attırdı, façayla geziyor artist.
Herşeyin başı sağlık ne kadar gerçekse, çocuğun varsa gerçeğin karesi, ikiz çocuğun varsa bunun kübü, hele ikisi de sakarsa faktöriyelinin dördüncü kuvveti oluyor. Bırakınız oynasınlar, bırakınız eğlensinler ama abi, mümkünse artık kaza yapmasınlar. Yılı hasarsızlığı bozmadan tamamlasınlar.
Yine uzattım, finali dilinde iple gezen - bir haftadır yumuşak gıdayla beslenen Güney'e vereyim. (by Bay Gencebay)
"...Dil yarası dil yarası en acı yara imiş
Dudaktan kalbe bir yol var ki
Saygı ve sevgidenmiş.."


29 Haziran 2010 Salı

Basit Makineler

Kaldıraç, makara, eğik düzlem falan işte basit makine dediğimiz. İlkokul, ortaokul günlerinin flaşlarından. Eğer ki ikiz çocuğun varsa (hadi tek çocukta da bir yere kadar kabul ederim) ömür basit ve basitin bir üstü makine üzerinde geçiyor. Hayatı kolaylaştırma, elleri boşaltma çabası işte.İkiz arabası hususundaki görüşlerimi paylaşmıştım Chicco yazısında. Bu postu da bebek arabası üzerine yazma sözü verdim, zira anlatacaklarım var.
Bir sonraki yazının konusunu inceden ifşa etmek fena olmuyor. Bir taahhüt yaratıyor, insanın aklını topluyor. Dan Brown'dan, Aşk-ı Memnu'nun senaristlerinden öğrendik bu ayarları ;) Müteakip yazı Frenk diyarına bir güzelleme olacaktır efendim. Bilginize;
1 Mayıs'ta depodan çıkardık dedim ya ikiz bebek arabasını, aslında o bizim daha portatif anlar için kullandığımız küçük ikiz arabamızdı. Tatilde falan çok işe yarardı. Hafif, küçük, baston "stayla" bir ikiz arabası. Kelepir kapatmıştım Kemeraltı'ndan yıllar önce laf aramızda.
Bir haftalığına Paris Komünü'nün havasını solumaya giderken Ayşen ısrar etti "Gel şu iki arabadan birini tamir ettirelim, orada çok faydası olur." Gücüm yettiğince direndim, karşı çıktım "Hayatta da taşımam, büyüdüler hem, yürüsünler, alışırlar, araba bize yük olur, vesvese
yüvesvisü..." Sonunu söyleyeyim burda, n'olacak, Dan Brown kadar para kaldırmıyorum bu işten. Haksız çıktım. Badem oldum.
Fransa seyahatinden bir gün önce Ayşen, anne ve babasına bir biçimde tamir ettirtmiş küçük ikiz arabasını. Bir iki perçini kırılmıştı, oralara bir şeyler takmış bir bisikletçi mi neciyse artık. Araba iş görüyordu. Ben de bu kadar koordinasyonu görmezden gelemedim, yüklendim arabayı.
Çocuk sahibi olmayanlar bilmez, puset tarzı ekipmana ait özel bir uygulama var uçaklarda. Tıpkı el bagajı gibi son ana kadar elinde tutabiliyor, çocuğunu gezdirebiliyorsun uçağa binene değin. Ama puset benzeri materyal kabin içine almak için fazla büyük ve şekilsiz olduğundan tam uçağın kapısında hostesler "merhaba" derken, oradaki bir görevliye veriyorsun puseti bagaja bir yere koyuyor. Ne el bagajı ne de "normal" bagaj muamelesi. Biseksüel bir tarz, araf bir ortam pusetinki. Biz de uçağa binerken teslim ettik puseti, uçaktan iner inmez almak üzere.
Üç küsür saatlik yolculuğun sonunda, Bienvenue France'mi artık neyse, Fransa'ya hoşgeldiniz.
Kapıdaki görevlilerin İngilizce bilmemesini geçtim, THY'nin hostesleri bile Türkçe'yi unuttu. Öylesine bir iletişim problemi. Puset nanay oldu. Hala "ben bilirim"lerdeyim. Ne gerek veradı be Ayşenello taşıdık buralara, hayırlısı oldu kayboldu, zayi oldu. Oh.
Hayatımda ilk gördüm CDG havaalanında bagajları almaya gittik, bagaj hattında rötar yazdı. Siz geldiniz, sağ salim indiniz ama bagajlar 20 dakka takılacak süretecek bi yerlerde dediler kibarca. Bekledik biz de.
Bagaj geldi, bavul geldi, çuval, valiz ne varsa geldi. Bizim ikiz puseti yok. Allahtan bir aile daha bekliyor onlarla birlikte durduk biz de. Artık ben anlatmaktan sıkıldım, sonunda kavuştuk basit makinemize.
Sonra ver elini Paris. Ve Paris'in dördüncü dakikasında tüm artistiklerimi yuttum. Euro'nun geçerli olduğu bir medeniyetteysen, yani kaldırımlar geniş, yani arabalar saygılıysa; bebek arabası hayat kurtarır. Rahatça akar gidersin, çocuklar yorulmaz, sen sürtersin. İkna oldum bu basit makinenin nimetine. Çocuklar boyunlarını zor yerleştirse de uyumayı başardılar. Yorulduklarında dinlendiler, enerjim fazla geldiğinde son sürat koştum puseti ite ite....
Ta ki....Yılmaz Güney ve Ahmet Kaya'nın Pere Lachaise'deki mezarlarını ziyarete gidene kadar. Kabristan her yerde kabristan herhalde. Zemin engebeli, bebek arabasının en fazla yük binen noktası bir yerde kırılıverdi. Orada bile arıza ben. Atalım gitsincilik yaptım. Ayşen direndi.
Bundan sonrası gerçek hikaye işte. Paris'in sokağında, barında, Disney'inde, landında, kafe'sinde, kümesinde kah inşaattan plastik kablo bağı araklayan, Cezayirli bakkaldan keten ip dilenen, yerden vida toplayan, çilingire dert anlatan ve an be an arabanın patlayan bir vidasını toplamaya çalışan biz çılgın Türkler.
Gerisini görsel anlatayım, sonu trajik. Paris'te, gurbette bir çöp tenekesi yanında sonlanmış bir hayat. Hakkımızı çoktan helal ettik sana ey Kemeraltı işi küçük puset, çok yükümüzü taşıdın, sen de bize edecek misin?





28 Haziran 2010 Pazartesi

Yepyeni Bir Hayat Gelir

Önce özeleştiri. Düzenli yazmak bir meziyet ya da bir görev. Ne olduğunu bilmesem de, her zaman yakalayamadığım bir ritmi var bu işin. Her yazdığına bir kulp takmayı görev bildiğimiz Hıncal'ı, Özkök'ü, Oray Eğin'i başarıyor; ben başaramıyorum. Sebep aramayacağım, mazeret didiklemeyeceğim ama düzenli yazmayı deneyeceğim. Hep. Söz.
15 sene olmuş baharı ilk kez meydanda karşıladığımızdan beri. Hayatımın yarısı miting alanlarında geçti desem yalan olmayacak. Dayağı, ses kısılmasını, copu, biber gazını öğrendiysek de; kalan iz ne geniz yanması, ne sırtta morluk. Onur, gurur, gelenek, kardeşlik kazanıyor günün sonunda.
2007-2008 ve 2009 1 Mayıs'ında yaşanan şiddet, çocuklu bir aile olarak katılmamızı engelledi açıkçası. Taksim ısrarını gönülden desteklesek de, maaile orada olamadık. O zaman ilk teşekkür, üç senedir canla, dirençle Taksim diye bastıran tüm dostlara. Tarihi yazdınız, tarihe yazıldınız. Tarihçiler not etmiyorsa da ben buraya yazıyorum.
1 Mayıs'ta Taksim'de bulunan her rengi anlayabiliyorum sanırım. Hayatta övündüğüm üç-beş meziyetten birisi. Şu dergi neci, bunlar kimden ayrılanlar, e eşicnseller niye bölünmüş, anarşistler girmeyecek mi meydana sorularını ve yanıtlarını az çok takip ediyorum, dinlemeye çalışıyorum. Biz de küçük ailemiz artı ortaboy çevremiz olarak orada bir renktik. Ve ne güzel ki 1 Mayıs alanında, dünyanın herhangi bir yerinde olduğundan daha fazla biz de anlaşılıyorduk.
Nisan'ın Paris Hilton Tarzı'ndan, Güney'in her gördüğünü istemesine, sloganlara yarım yamalak eşlik etmelerinden, Harbiye TRT önündeki yeşillikte çiçek toplamalarına, on dakika çılgınca koşup (Osmanbey'i komple transit geçtik) yarım saat bomboş durmalarına kadar manasız görünen her stili "insan doğası" "çocuktur olacak tabi" diyerek anlayan 1 Mayıs 2010 katılımcılarına da binlerce teşekkür.
Nasıl ki 1 Mayıs'a çıkarken insanlar sandıktan bayrak-pankart çıkarırsa biz de apartmanın altındaki depodan Nisan ve Güney'in bebek arabasını çıkardık, iki senedir binmedikleri. Lojistik kolaylık dedik, koşarız dedik, dinlenirler dedik. İyi demişiz. Bir sonraki post arabayla ilgili bu arada ;)
Üçüncü teşekkürü de isim isim verelim, Remzi-Derya(+Çınar)-Savaş-Murat-Fatmagül-Oya. İyi ki oradalardı, Nisan ve Güney 1 Mayıs'ı hatırlayacaklarsa, oradaki renkler kadar dostlarla da hatırlayacaklar. Çocuklar sıradışı olayları ve sevdikleri insanları dayanak yaparak hafızalarını diri tutuyorlar. Ha bir de sürpriz bir tanıdık, bu blogun takipçilerinden Emek. Nisan ve Güney'i Şişli'de koşarken tanıdı. Müthiş mobilitemizin ortasında onbeş saniye diyalog kurabilmiş olsak da kendisiyle; günün en güzel sürpriziydi bize.
Kabotaj Bayramı'nın haftasına 1 Mayıs yazısı yazıp da, şu şenlikliydi, bu kitleseldi demek komik kaçacak. Ama 1 Mayıs 2010'da Taksim'de ne varsa güzeldi. Nisan ve Güney zaten güzeller :)
Gazeteci değilim yarın öbürgün belgesel yapayım ama, N&G olur ya belki gazeteciliği seçerler. Oradaydım derler tarih tartışıladururken. O yüzden kanıtı buraya kazımakta fayda var.
"Çocukla 1 Mayıs'a gidilir mi?" diyenlere Ayşen'in bir yanıtı vardı, onunla bitireyim.
"Merak etmeyin onları kollayabiliyoruz ve biz çocuklarımıza her anlamda güzel bir gelecek bırakmak için uğraşıyoruz."

8 Nisan 2010 Perşembe

Elimle dört

Üstüste iki Güney post'u. Nisan okumayı öğrendiği gün -o güne bırakmışsa eğer- kesin kesecek beni.
Güney'de bazı konuların üzerine gitme hususu var, kendince kafa yoruyor ve sonuca gidince gururlanıyor. Yaşı dörde çeyrek vardı, parmak şıklatmaya taktı kafayı. "Nasıl şıklatıyorsunuz, parmağı sert mi tutuyorsunuz, hangi parmak, orta parmak mı?" diye sora sora çözdü mevzuyu. Şimdi şıkıdım şıkıdım geziyor evin içinde. Ki özel hobisi de karşısındaki tongaya düşürecek bir soru sorup "Kandırdıım kandırdıım" diye Misket Havası oynar gibi yaparak parmak şıklatmak.
Şimdilerde ıslığa sardı, "nasıl çalıyorsun, dilini yuvarlak mı yapıyorsun, güçlü mü üflüyorsun?" diye diye. İnceden "fiyuu" diye bir ses çıkarmaya başladı.
Özünde çözmüş olayı. Erkeksen, ve ileride "ekmek yemek" istiyorsan parmağı şıklatacaksın, ıslık çalacaksın bir varyeten olacak. Yoksa "aç" kalırsın, malum. Bir de şok soruları, cevapları, kandırmaları var. Ki çoğu başarılı, en azından güldürüyor.
Geldi geçen gün "Baba elimle dört yapayım mı dedi?" Ne beklersin allahaşkına? Şunu görmeyi değil mi?

Geldi sırıta sırıta; bak dedi. 30 yaşındayım böyle dört görmedim, akıl da etmedim.
(Plakamız da belli oldu arkada. yolda gören selam etsin. Ki reklam gibi de olmuş. Büyük araba diye almak zorunda kaldık, ama çok sevdik memnunuz. Toyo toyota toyo toyota çıkarım senle her yola...)

7 Nisan 2010 Çarşamba

Oku..


Bu yaştayken değilse de; insanın yaşı tek basamaklıyken okumak kıymetli bir durum. İlkokul 3'te 4'te bile "parmakla takip ederek okumak" - "heceleyerek okumak" gibi tasvip edilmeyen stiller olurdu. Okumak herhalde ki zor bir hadise, hele ki okumayı öğrenmek.

80'li yıllarda hayat daha mı dertsiz, yoksa insanlar daha mı çaresizdi bilmiyorum ama 4 yaşında bir çocuk öyle çok da korunup, kollanılacak, sakınılacak bir varlık değildi. 4 yaşımdayken, öğretmen çocuğu olarak; öğlenci babayla evde oturarak başlardım güne; sonra babayla yola çıkıp belli bir saatte İzmir'in bir aktarma noktasında dersi bitmiş sabahçı anneyle buluşur ve aynen eve dönerdim. İki saat içinde altı otobüs değiştiren 4 yaşlı bir genco olarak bu süreci şöyle fırsata çevirmişim. Durak ve tabela isimlerine bakarak okumayı öğrenmişim. Renkli TV'nin olmadığı bir dönem için bu eğlenceyi keşfetmiş, ve 4,5 yaşında otobüs değiştirme döngüsünden çıkmıştım. Müteakip sene sabahçı babayı evde bekliyordum; büfede duran Hayat Ansiklopedisi ise acayip ilginç bilgilerle dolu sonsuz bir kaynaktı.
Uzatmayayım, balına da olsa 4 yaşında okumayı öğrenen, bundan keyif alan ama 5 yaşına kadar parmak emdiği için kalem tutup yazmayı başaramayan, başarsa da çevrenin "o elle değil olm.." baskısına maruz kalan solak bir babanın oğlundan bahsedeceğim; Güney Aksakal.
Hassas Dengeler'de söylemişiz. Nisan'ın yaratıcılığa, Güney'in müspet ilimlere olan eğilimi fazla. Sayılar, mühendislik, yazmak, çizmek hoşuna gidiyor. Bu ilginin ışığında bildiği kelimelerdeki harfleri çözmeye başladı. Sağda solda, okulda, eşyalarının üstünde Güney yazısını göre göre "G" harfinin "Güney'in Gü'sü" olduğunu öğrendi. Sonra Erdem'in E'si, Nisan'ın Ni'si, Ayşen'in A'sı diye devam etti. Bu çıkarımlar okul arkadaşlarının isimlerindeki harfler, Taksi'nin T'si, Migros'un M'siyle sürdü. Ve adam kendi çabalarıyla 29 harfin 20'sini tanır oldu. Harfleri bazen birleştiriyor okuyor, bazen Baba'nın B'siyle Erdem'in E'sini çarpıştırıyor..
"Bak Ayşen Anne olduğu için o ikisinin (ilk) harfleri aynı. Baba'yla Erdem'in niye farklı harfleri?"
İki üç ay önce, odasında resim yaparken; okuldaki büyük kankası Ali Efe düşmüş demek aklına. Geldi, baba bak Ali Efe yazdım bir kağıda dedi. Harbiden yazmış, Bir Kelime Bir İşlem'e katılsan "L joker der alırsın altı puanı.."
Kankalık, başka bir şey. Ayrı bir yazıyı hakediyor; ama Ali Efe'yi de anmışken Güney'le birlikte bir pozunu paylaşmak yakışır diye düşündüm.

Okuma yolunda nasıl ilerleriz bilmiyorum. Buraya kadar bizsiz geldi, buradan sonra da kendi metoduyla gitsin diye düşünüyorum. En azından ilkokula kadar. Ama bıttırık boyunda bir adamın yazıya bakıp "TEKZEN ne demek baba?" demesi falan, başlıbaşına komik.