16 Aralık 2008 Salı
Değer mi?
Kuzusunu kucağına alan ve seven bir anne ya da baba figürüne dikkat ediniz, gıdıdan öperken yavrusunu, elleri tombişlikleri sıkmakla acıtmamak arası en hassas çizgide profesyonelce kiltlenmiştir. Burun delikleri o güzelim kokuyu içine çekmek için kocaman açılmıştır. Ve muhakkak kendini tutmanın sıkıntısı vardır yüzünde bir yerde. Tutmasa insan kendini, ısırır minik dirsek çukurunu, gıdıdaki boğum arası çizgiyi öperken kızartır, avuç içi kadar popoyu parmak izi yapar. O his tarifi imkansız bir duygudur.
Ergenliklerine kadar, bizi sorgulama yaşına gelene kadar yani, bir kraliçe gibi hissedeceğim kendimi. Audrey Hepburn' um sanki, Sharon Stone' um bir nevi, Adile Naşit' im, türk kahvesiyim, nutellayım, Beyoğlu' yum, ışıklı bir köprü manzarasıyım, Rus sirkiyim, define adasıyım. Yani onlar için ben vazgeçilmez olanım. Bütün hatalarıma, bağırmalarıma, sıkılmalarıma, telaşıma, mutfak mesaime, ev toparlama gerginliğime, elektrik süpürgesi sesine rağmen, onlar için ben, vazgeçilmez olanım, güven kelimesinin anlamıyım, özenilenim, beğenilenim, hedefim, amacım. Kim hayatta tek bir hareketle alabilmiş ki bu sıfatların birini bile?
Ne kadar kızsam da "hayıy, anne getircek suyumu" cümlesinde içim gururla , "ne güzel kokmuşsun aşkım" dediklerinde gözlerim yaşla doluyor. Güney uyurken saçlarımı okşadığında, tüm şampuan reklamlarında sadece ben varım. Nisan t-shirtümü giymek istediğinde Tiffany' de kahvaltıyı çekiyorum ve tüm gardolaplardayım o sahnedeki halimle. "Anne okusun masalı" dediklerinde Adile Naşit' im ben, adını saymayı unuttuğum kuzucuklar ağlıyor sanki yatmadan önce. Ve koşup koşup kocaman sarılıp dudağımdan öptüklerinde, hem de her seferinde, sanki hiç yokmuşum önceden, hiç varolmamışım da tam o an hayatın anlamının tam ortasında açmışım gözümü sanıyorum.
Ey arkadaşın arkadaşı, değiyor her anına evet. Ki daha yaşattıkları 3 senelik bir heyecan ve tutku. Daha bunun harçlıkları ile ilk kez kendilerinin alacağı müzik cd' sinin ne olacağının merakı, havaya atılacak kepleri, omuzumda dindirilecek aşk acıları, pişirecekleri ilk makarnanın tadı, bardağımı uzattığımda buz atacak olmaları var.
Şimdiden değdi, İlk kucağıma aldığımdaki kokuya bile değmişti. Bunlar hep ikramiyesi, bonusu...
Hayat boyu habire büyük ikramiye çıkacak desem, oynamaz mısın bu kumarı?


14 Aralık 2008 Pazar
Bir Dengesizlik İşi

Bir kaç hafta sonra rahatlattı Levent Ağabey bizi, "İkisinin de sağlığını etkileyecek bir durum yok ama oğlunuz fazla obur. Kızınız zor besleniyor. Anne karnındaki bu durum karakterlerini de etkiler, oğlan açgözlü olacak. Kız ise zorluklara daha dirençli, daha fedakar bir karakterde olur. Bakın görün." Tek bilinmeyenli denklemlere inandığımız günlerdi, bir biçimde aklımıza kazındı bu cümle.
Aylar geçti, Nisan ve Güney dünyalı oldu. Hep aklımızda bu sözler ya, gerçekten de hayat doğruluyor gibi bu durumu. Sırayla emzirirken Ayşen, Nisan ve Güney'i; Güney sabırsızlanıyor. Bekleyemiyor sırasını, Nisan'sa hakkını kardeşine veriyor, sessizce bekliyor vardiyasını, boncuk boncuk bakıyor aç karnına. Vay be dedik, öyleymiş demek.
Nereden bilelim bu tahteravallinin hiç dengede kalmayacağını, bir aşağı bir yukarı çalışacağını hep. Karakterleri, birbirlerine göre tavırları, ilişkileri hep değişken oldu. Üç senenin sonunda şunu diyebilirim. Her ateşli hastalıktan sonra çocuğun huyu bir tur değişiyor. Sinirli çocuk sakinliyor iyileşince, ya da tam tersi. Eskiler biliyormuş.
İlk haftalar Nisan hep vericiydi, Güney ise doyumsuz. Daha küçük doğan, daha aciz olan Nisan'a hep pozitif ayrımcılık yaptık, Güney hakkını kendisi fazlasıyla alıyordu nasıl olsa. Yanyana yatırdığımızda Nisan Güney'e uzanıyordu sevgiyle, Güney kendi alemindeyken. Güney akça bir çocuktu, gören bakmadan sevmeden geçemiyordu. Kendisini sevdirmeyi biliyordu. Nisan ise daha kırılgan ve narindi, merhamet duyuyordu insan ister istemez.
Doktorların "ne hastalığı bu bulamadım" demeye utanarak isim koyduğu "Beşinci Hastalık" ve "Altıncı Hastalık" deneyimlerinden sonra, altı ay civarı, ilk yazlarındayken Nisan daha dişli bir karaktere büründü. Güney tipik bir erkek çocuk saflığındayken Nisan işini bilir oldu.
Ve o sıralar farkettik, Nisan ve Güney bir tahteravallide idi. Karakterlerini tek başına belirleme lüksleri yoktu. Birbirlerine göre belirleniyordu pozisyonları, kaynakları kısıtlıydı. Paylaşmak zorunda oldukları anneleri, babaları, ilgileri, oyuncakları vardı. İkisi birden üstte olamıyordu tahteravallide. Birisi girişkenken diğeri pasif, birisi yırtıcıyken diğeri dingin olmalıydı. Biri anneci, öbürü babacı oluyordu dönem dönem. Denklemin çözümü de buydu işte.
Birkaç tur döndü. Bir Nisan Güney'siz yapamaz oldu, Güney tınmazken. Ya da Nisan talepkarlaştı, şımardı, agresifleşti; Güney anlayışın doruklarına çıktı.
Şimdi Nisan'ın hükümdarlığı sürülüyor evde. Herkesi yönetiyor. Tahtı Olimpos'un tepesinde haspamın. Kimseyi tanımıyor. Güney ise Nisan'dan korkuyor ama delicesine seviyor. Geçen gün Nisan uyurken annesine gitmiş "Nisan'ı sevelim mi, çok güzel...Ama uyandırmayalım yoksa bize kızar." demiş, ki uyansaydı kızardı. Nisan yoksa bile oyuncağını ellemez, "Nisan oynamama izin vermez" der, bakkala gitse Nisansız önce Nisan'ın sevdiği şekeri aldırır. Platonik bir aşık gibi, bazen Nisan'a çok kızar ama deyip diyebileceği "Ben Nisan'ı sevmiyorum" dur. Öyle büyük ki Nisan'a sevgisi, ondan mahrum bırakmanın en büyük ceza olduğunun farkında.
Bir önceki evre ise Nisan'ın durup durup "Güney dansedelim mi?", "Aşkım sarılalım mı?" dediği günlerdi. Güney'in cool bir erkek umursamazlığında oyun hamuru yoğurmaya devam etmesiyle yanıtlanırdı bu girişimler. Bir mevsim geçti böyle oldu. Resmen kışa girmedik henüz, 21 Aralık'a bir hafta var. Yeni sezonu heyecanla bekliyoruz.
1 Aralık 2008 Pazartesi
Bizde bize biz derler
Çeçiç: Çiçek (1 yaş)
Nenne: Zeytin (1,5 yaş)
Bi Suyu: Meyve Suyu (Bilerek söylüyorlarmış, meyve demek zor geliyormuş)
Oburtmak: Oturmak (Memnunlar bu söylemden, değiştirme arzuları yok)
Çüknü: Çünkü
Senin Karın: Anne (Passive voice)
Onnamumumu: Oyun hamuru (Post modern söylem)
Ayakkabı: Abakka (Her çocuk böyle söylüyor nasıl oluyorsa, Türkiye'nin teki)
Fenerbahçe: Fenerbahçe (Nasıl oluyorsa kusursuz söylüyorlar :)
Teteskop: Steteskop (Bir yaklaşık sonuç)
30 Kasım 2008 Pazar
Hijyen
19 Kasım 2008 Çarşamba
Soylu bir çocuk
Ölümden korkmaya başlayalı çok oldu. Bir de dünyaya iki çocuk getirmiş olmanın her hisse kattığı kuvvetlendirici etkiyi düşünün . Babam başta olmak üzere bütün babaları tebrik ediyorum buradan. Nasıl başarmışlar ağız birliği etmişcesine "Babalar hiç bir şeyden korkmaz" mitini yerleştirmeyi. Erkeklere has bir beceri sanırım, aynı yalandan ağız birliğini "Ben çok kral askerlik yaptım." tavrında da koruyoruz. Hepimiz birbirimizin sırdaşıyız değil mi? Halbuki korkmayı baba olduğum gün öğrendim ben.
Issız Adam'ı izledikten sonra niyetlendik iki yıldır cesaret edemediğimiz Babam ve Oğlum'un CD'sinin jelatinini yırtmaya. Üç sene önce, ilk izleyişimde babasını çiğneyip geçen solcu genç karakterinde buluyordum kendimi, babama yaptıklarımı sorguluyordum sinemada ağlarken. Üç sene sonra atletle gezen oğlunu bırakıp giden, "Ne hakla?" ölen adamın yerine koyduğumu farkettim. Gittim uyuyan Güney'le Nisan'ı sevmeye kalktım beceriksizce. Ama uyansalar o anda ağlamamı gizlemeyi başarırdım, buna eminim.
Nereye geleceğim. Balıkesir'e deplasmana giderken, benzincinin pompalı tüfekle öldürdüğü Karşıyakalı Özgür Soylu paramparça etti beni. Başbakanımızın pompalı tüfeği teşvik edişine, deplasmana giden 21 yaşındaki çocukları tribün teröristiymiş gibi gösteren medyaya, Özgür'ün ruhuna karşı omuz omuza veren Karşıyaka-Göztepe-Altay-Buca-İzmirspor tribünleri özelinde İzmir'in asaletine dair konuşabilirim sabaha kadar. Ama ben Özgür'ün değil, babasının yerine koyarken buldum kendimi, çok değil 5 ay öncesinde Özgür'ün son yolculuğunu yaptığına benzer bir Mercedes 303 içinde bira içerek Kocaeli'ne gittiğim dumanaltı bir Karşıyaka deplasman otobüsünde, bir koltukta oturmuşluğum olmasına karşın.
Yüzbir tane kimliğim var, dönem dönem birisi baskın hale gelir Sevgili olurum, öğrenci, çalışan, İzmirli, Çemişgezekli, Karşıyakalı, Galatasaraylı olurum, muhalif, tutucu, BAL'lı, facebook'ta bir profil. Ama baba olduğun günden beri, en çok babasın. Hep babasın. Tesadüf değil, alfabenin ilk iki harfinden mamul olması bu unvanın. En baştaki kimlik bu. Özgür, Kocaeli deplasmanına geldi mi bilmiyorum. Muhtemelen gelmiştir bilemeyiz. Ben 90-91'de Alsancak Stadı'nda Karşıyaka'yı izlerken 3 yaşındaymış ama. Biliyoruz bunu. Onun babası da günün birinde oğluyla maça gitmeye özenmiş midir acaba, ben oğlum ve kızımla maça gitmek için heyecanlanıyorum. 3 yaşındalar.
Özgür soylu bir çocukmuş, orası kesin. Kaçımız karşılıksız aşkının peşinden Balıkesir'lere, Giresun'lara gideriz ki? Ve kaçımızın aşkının türküsü rengarenk söylenir? Şu an damardan, oluk oluk üzülmek istiyorum. Dudaklarımı ısıra ısıra sinirlenmek, kadim dostum kadim Göztepeli Taylan'ı arayıp "Soylu"luklarına teşekkür etmek istiyorum. Pompalı tüfeğin hiç icat edilmemiş olmasını istiyorum. Özgür'ün kirli sakalına yeşil-kırmızı atkısını dolamış haliyle aramızda olmasını istiyorum. Uyuyorlar, uyanmasınlar istiyorum ama biliyorum ki, Nisan'la Güney uyanırsa gözyaşlarımı gizleyebileceğim, o kadarcık gücüm hep var.
18 Kasım 2008 Salı
Sınırı aşmamak

11 Kasım 2008 Salı
Günün Özeti
İçeriden her zamanki sesler;
- Ben açıcam, anne sen dur. Ben ben..
- Kızım dur, üstteki kiliti döndüreyim sen açarsın kapıyı.
- Ben ben.
Heyecanla açar Nisan kapıyı. "İzlemez olaydım" baba Lig TV'li bir kıraathaneden dönmektedir.
- Nooldu baba?
- Yenildik aşkım Fener'e, dağıldık.
- Neden?
Güney gelir içeriden,
- Hayıy, sen karıştırdın. Biiiz dağılmadık.
1 Kasım 2008 Cumartesi
Kupa kızı ve maça valesi


22 Ekim 2008 Çarşamba
Nisan ve Buzdolabı - Episode 2
( Sahne Nisan ve elinde Episode 1’un kahramanı, film sonunda döndürülen –öldü sanılan ama ölmeyen- vantuzlu fare ile açılır)
İiiyooo...Onun tombiş ayaklarını sevebilirsiniz. Bunun ayakları hiç pis değil. (Oyuncak farenin yapıştırma vantuzunun yalanan bir şey olduğunun bilinciyle yalamaya başlar.) Dilimle yalıyorum. Yalıyorum. (Sandalyeden iner aşağı) O fırın kağıdı hala cebinde duruyor mu? Katlayalım, bakın. Oğlum bak, şöyle katla. Baba...yan. Benim .............(anlaşılamadı) böyle katlayın dedi. Anladın mı oğlum? Böyle biraz katlıyosun, böyle katlıyorsun. Oğlum bunu ben senin cebine koyacam, istersen al istersen alma. (Babanın cebine koyar) Hadi bu telefonu bitir de git. Annen burdan yere düşer gibi oluyor. (bkz: episode 1 “Sen çok yaklaştığın için düştüm”) (Yalamaya başlar.) Neye güldün? (Vantuzun hızla yapışması gerektiğini anımsar.) Çok hızlı.(Çottanak...Patır kütür)Neye güldün? Saçmalama..
* fırın kağıdı = elektrik faturası
19 Ekim 2008 Pazar
1001 gece masalı
1000 gün demek hatırlayabildiğin günlere geliyor olman demek. Su gibi geçen, farkına bile varmadığın sana ait 10 küsür bin günün üstüne, kendi çocuklarının hiç bir anını unutamadığın bin gününün muhasebesini çıkarmak demek.
16 Ekim 2008 Perşembe
Nisan ve buzdolabı - Bebek kafası
(Magnetlerle oynarken magnetler yardımıyla tutturulan kağıtlar düşer) Düştü kağıdım. Bak senin yüzünden oldu oğlum. Sen çok yaklaştığın için oldu...oğlum. Bi daha çok yaklaşma bu da senin suçun. Şunu taksana. Şunu almalıyım, şunu yerden almalıyım. Bu bir mıknatıs. Şunu taksana oğlum iş kağıdına..(dolaba yapışmış vantuzlu fare elinde kalır. donma anı) ...gerek var. Önce şunları düşerken almalısın. Şunu..ah. (Vantuza asılır ve buzdolabının dijital göstergesinin kapağı elinde kalır.) Şöyle oldu. Kırılcak gibi. Oynuyo yerinden. (Kapağı çıkmış dijital rakamlar daha bir parlak görünür). Oynuyo yerinde çıkçak gibi. (Yerine takma çabaları) ıh. Oğlum sen şunu düzeltsene,(fareyi ipinden tutup döndürmeye başlar) yapamadı anne. (Çılgın gibi döndürerek fareyi) Fotoğrafı..Fotoğraf mı çekiyosun bana? (Yerinden çıkan kapağı anımsar) Anne bu işi yapamadı, çok tehlikeli bir iş oldu. Kırılcak gibi.
6 Ekim 2008 Pazartesi
Bir Gün Herkes :)
26 Eylül 2008 Cuma
Beni görmek demek
Ve farkettim ki, elle tututlur olmayan çeşitli gerçeklikler vardı önümde. Bir önceki nesilden bana gelen, ama benim gerçeğim olmayan. 12 Eylül gibi. 12 Eylül'ün kendisi değil sonuçlarıydı benim gerçeğim. Tıpkı Öztürk Serengil'e asla gülemeyişim, Nuri Sesigüzel'in, Göksel Arsoy'un, Şenol ve Birol'un belki Hümeyra'nın anne ve babamların neslinde bıraktığı etkiyi idrak edemeyişim gibi. Kendimi bildim bileli bir Nuri Sesigüzel fenomeni vardı, ancak bana halihazırda fenomen olarak sunulan Sesigüzel'in bana sunduğu pratik onu fenomen olmanın yanına bile yaklaştırmıyordu. Ve Nuri Sesigüzel'i bir yıldız olarak kabul etmenin gerekliliği, bu ön kabul beni fazlasıyla rahatsız ediyordu.

Baba olunca anlarsın dediler, baba oldum ve anlamaktayım usul usul. Kendi fenomenlerimin çocuklarım tarafından anlaşılmayacağı ihtimali beni korkutuyor. Ya 13 yaşımdan beri onlar ileride okuyup da güler diye sakladığım Leman, Pişmiş Kelle, Penguen ve Uykusuz'larımı komik bulmazlarsa? Ya beni gülmekten yerlere çalan Cem Yılmaz onların gözünde benim Öztürk Serengil'e hissettiğim anlamsızlıkta gelirse? Ne anlatacağım onlara, 5 saat önceden sıraya girdiğim Bulutsuzluk Özlemi konserini mi? Ya Leman'a değil bana gülerlerse? Arsenal maçına "Ee derlerse?", benim neden abartıldığını bir türlü idrak edemediğim meşhur Macaristan maçına karşı takındığım kayıtsızlıkta.
Olur da bundan 20 sene sonra, illa beni anlar gibi görünmek isterlerse Nisan ve Güney 321 günlükken Nobel alan Orhan Pamuk'u bir fenomen gibi görüyormuşçasına davranırlar. Gibi yaparlar. En fazla o olur.
25 Eylül 2008 Perşembe
Nam-ı Diğer
Bizim ikizler konuşmaya başladığı günden beri kendilerine türlü türlü adlar taktılar. Bizim onlara yakıştırdıklarımızı beğenmediler, bize de (şimdilik) götelek gibisinden tuhaf unvanlar reva görmediler sağolsunlar.
Küçük me: Nisan kız olmasının etkisi var mı bilmiyorum ama, hep küçük olmaya özendi. Küçük oyuncakları sevdi, fiziken büyük her şey ona itici geldi. Daha yeni yeni edi-büdü bir şeyler gevelerken kendisinden "Küçük me" diye bahsederdi. Küçük kuzu anlamında. "Küçük me acıktı" falan derdi. Günlerden bir gün (cümleye böyle başlayınca konuyu bir biçimde Nasrettin Hoca'ya bağlamak icap ediyor sanki) Nisan "men kendimi çüçük me olarak nansediyorum" dedi.
- Nasıl yani küçük kuzular gibi mi dans ediyorsun?
- Hayıy. Kendime çüçük me diyoyum ya, öyle nanse ediyorum.
Lanse ediyormuş hanımefendi, kuzu lansmanı.
Avcı: Alabildiğine barışçıl kişiler olmaya çalışır, şiddetin-silahın zerresiyle muhatap etmez iken çocuklarımızı Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler'de Kraliçe'nin Pamuk'u katletmekle görevlendirdiği Avcı bizi ters köşe etti. Sen Güney git, Avcı'yı kendine idol belirle. Avcı geldi, avcı gitti diyor kendini anlatırken o günden beri. Neyse ki, çocuğun örnek aldığı avcı düzgün bir tip. Hümanist melekeleri gelişmiş, Pamuk'a kıyamamış birisi. Avcılar Federasyonu'nun kaale alıp bizden tekzip isteyeceğini sanmam.
Balerin: Bu nereden girdi hayatımıza bilmiyorum. Ama neden erişkin sosyal hayatındaki yeri %1 olmayan balenin, çocukların dünyasındaki etkisini algılayabildim Nisan sayesinde. Kız çocuğu baleden bir haz duyuyor. Nisan konuşmaya başladığı andan itibaren balerin diye tarif etti kendini aylarca, yıllarca. Parmak uçlarında yürüdü. Hala da ara ara yürür, iki yaşındayken kreşleri arayıp "Bale kursuna en küçük hangi yaş grubunu alıyorsunuz?" deme sebebimdir.
Yaramaz(a.k.a Nayamaz): İsyanın ilk emareleri görüldüğünde ana babaya karşı, Güney kendisine yaramazlığı reva gördü. "Ben yaramazım, böyle kabullenirseniz sizin lehinize olur." tavrı yani. Yapma denileni yapmanın ön izahatıydı Güney için "Bakın nayamaz nerden atlıyo..ehe.." Çok sinirlendiğinde de babaya-anneye taktığı unvan oldu yaramaz. Kıyamazlar ona, kızdığında bile ben sana kızıyorum demez. "Yaramazsın sen" der en fazla, içi elvermez ileriye gitmeye. En kızdığında, on dakika dayanabilir küslüğe. Onuncu dakika dolmadan koşar içeriye, saçlar dağınık, her yeri gülüyor. "Baba, babacım. Avcıya bak ne kadar hızlı koşuyor."
16 Eylül 2008 Salı
Bütün isteğim buydu
Her anne baba kadar, belki de fazlasıyla yakınıyoruz. "İki dakka durmuyorlar", "Evin altını üstüne getirdiler", "Bugün bir lokma yemek yemedi", "Bizimkilerin inadı tutmaya görsün" cümlelerini tekrarlıyoruz. Kimisi haklı, kimisi fazlasıyla öznel. Yorgunluk, çaresizlik ya da sinir anında öyle düşünüveriyor insan.
Lakin, anne - baba olarak yalnız ve yalnız bir şeyden yakınma hakkımız olsa; şüphesiz uyku konusunu seçerdik.
15 Eylül 2008 Pazartesi
Uzundur bu yollar, giderim gözüm kara # 1


11 Eylül 2008 Perşembe
AnneM
7 Eylül 2008 Pazar
Değiş Tonton
6 Eylül 2008 Cumartesi
Ceberrut
Bir iki ay sonra geldi telefonum, PIN kodu, PUK2'nin yazılı olduğu karton parçası falan hep içinde. "Aman şöyle şarj olmadan açma, böyle düğmelerine sert basma" hassasiyetindeyiz. Ev rutubetten geçilmiyor. İlk mesajımı kuzen atmış, açar açmaz öttü telefon. Ama mesaj ne, zarfa nasıl basılıyor fikrim yok. Niye öttüğünü de anlamadım. Bir baktım telefonun ana ekranında Turkcell yazısının altından kelimeler akıyor 1 karakter/saniye hızla. "Sevgili Erdem, yeni telefonun hayırlı olsun..."falan filan yazıyor. Siemens'in kolay mesaj okuma özelliği. Zağar annemler cümle aleme lansmanını yapmış yeni numaramın :) Tabi 120-130 karakterlik mesajın milim milim akışının bitmesi iki dakika sürmüştür. Allahıma heyecanlandım. Elektronik-Haberleşme mühendisliği ikinci sınıf öğrencisiyim o sıra.
O günlerde reklamı çok çıkıyordu. Alcatel One Touch Pocket. Yassı olmaya o da yassı. Hatta en şekilsiz telefon. Ortaokul geometri dersinde yamuk öğretirlerdi (trapezoid). Aha da aynısı. Ama reklamına bak, aklın durur. İnce, titreşimli, saatli, kalem pille de çalışıyor istersen (nefis bir özellikmiş bu be ya). 59.999.999 TL idi hatta. 55'e vermişlerdi. Alcatel'in One Touch furyasının amiral telefonuydu.
Ama kimsede olmayan bir telefonu almak hata o dönemde. Anlatamazsın. İkincisi yassı yassı nereye kadar. Üçüncüsü deminkiyle aynı cevap, telefon alıyorsun Alcatel ne iş:)
Telefonun en uçuk özelliği de tuş kilidinin 159 tuşlanarak açılmasıydı. Oradan "1-5-9 insanın yanlışlıkla götüyle basmasının en zor olduğu tuş kombinasyonudur" gibi mühendisvari sonuçlar çıkaracak kadar yanlıştım. Zira Siemens'in antenini kıran götüm tuş kilidini açmaktan daha büyük başarılara imza atıyor, bu sefer de arka cebimdeyken üstüne oturduğum One Touch Pocket'ın kristal ekranını kırıyordu. Ama telefona bir şey olmadı. Ekransız bir cep telefonuyla karşı karşıyaydım. Kütür kütür de çalışıyordu. "E nasıl kullanıyorsun" hoyratlığına ukaladan cevaplar patlatıyordum. "Ev telefonunu nasıl kullanıyorsun ekransız, numarayı çevir ara, çalarsa aç". Gelen mesajı da iletmek için gerekli tuş kombinasyonunu ezberlemiştim, o an yanımda kim varsa ona iletip o telefondan okuyordum. Bir müddet böyle idare ettim. Eve de söylenmiyor sizin sermayeyi bağladığınız makineyi çatlattım diye. Canıma tak edince, Gittim Etiler'de Genpa Menpa öyle bir yere. Telefonun ekranını yaptıracağım. Verdim telefonu kıza, baktılar. "Ekran değişecek" dediler. İyi değiştir, kaç para? 63 milyon, telefonun yenisi kaça? 52 milyon. Ben sana daha enaktarın neyini kodlayayım, böyle iş mi olur keriz bulun beraber takılalım? Memnundum da Alcatel'den. Gittim 48'e mi ne, yenisini aldım. Aynından.
Alcatel(2)'yi, aldıktan bir süre sonra halamı görmeye gittiğimde, kanepede uzanmış telefonu halıya yatırayım derken orada bizim kuzenin kızının oynadığı küçük tastaki suyun içine koydum salak gibi. Yarım saat marine oldu senin One Touch. Bir farkettim, panikle pili çıkar, kaloriferde kurut murut. Allahıma çalıştı. Helal lan sana Alcatel, ekran dağıldı çalıştı. İç dış yıkadık çalıştı. Üç dört ay idare ettik ki, bir sabah bizimki Mortingen Strasse. Etiler'deki dalganın yerini biliyorum. Ama bu sefer yemem öyle kolay kolay. Dedim garantisi var bunun, nasıl işse bir sabah aniden sen kapan...Kız aldı (aynı kız), içeri gidildi gelindi. Sıvı kaçmış içine dedi. 40 milyon da masraf. Yemezler, çakalım ya. "Elektronik Mühendisliği'nde okuyorum" dedim her ne kadar Fizik 1'den üç senedir geçememişsem de. Bi bakayım şuna, telefonu gösterdiler, bak görüyormusun regülatör devrede korozyon falan diyor. Regülatörün ne olduğunu bilsem işim ne oralarda? 40 kağıt çok geldi. Gittim öbür kuzenin uzun dikdörtgen Siemens'ini istedim. Iskartaya çıkarmıştı.

Renkli ekran sözde. Renkli dediğimiz de, bizimkisi yeşilimsi ekran üzerine siyah harf ise, bunun yeşilimsi ekran üzerine alacalı bulacalı renkler. Bir de solda bir tuş var, basınca 6 saniye ses kaydı yapıyor. Zaten kuzen de biraz kullanmış, çekmiyor. Uzun ince bir şey. 98 yılına göre iyiydi de, 2000 olmuş sene. Elvis modelinde gezer gibi hissediyorsun o janjanlı ekranıyla. Çekmiyor diyorduk ama 17 Ağustos depreminde Beşiktaş İskelesi'nde insanlara ulaşmaya çalışırken tek başarılı aramayı da bu arkadaş gerçekleştirmişti.
Kendi bütçemle bir telefon alacağım ya, yine ucuza kaçtık mecbur. Marka, kaliteyi bir kenara bıraktık. Fiyat ve özellik katsayısına bakıyoruz. Hop Siemens C35. Ufacık, T9 var. Bir iki çeşit grafik tabanlı öge var. Mesaja kalp malp ekleyebiliyorsun. Herkes birbirine 5110'ları aracılığıyla harflerle üretilmiş kollarını açan ayıcıklar falan gönderiyor SMS yolu ile. Bizim neyimiz eksik?

10 numara telefon idi. Ta ki aldığımın sekizinci gününün sabahında ekranında Japoncamsı karakterler görünüp, kilitlenip bir daha açılmayana kadar. Aldığım yere gittim. "Abi Siemens 15 günde bir geliyor buraya, bence sen götür Kozyatağı'nda Siemens'e. Daha çabuk hallolur" dedi. Kozyatağı'na atladım gittim. Telefoncu abi diyor ama Fizik 1'den hala geçememişiz. Sene 2000 falan. Kozyatağı Siemens'in önünde 75 milyon Siemens mağduru can çekişiyor. Q matic'ten numara alıyorsun, sayaç 17'de sana 430 veriyor. Oturdum bekliyorum. Bir çocuk inleyerek "Abi sakın bırakma makineyi, vermezler geri. Ben iki aydır her gün geliyorum" dedi. 315'ti numarası, imrendim.
O gün sıra geldi bir biçimde. Kıza verdim cihazı. "Siz bunu bırakın biz sizi arayalım"dedi.
"Nasıl arayacaksınız, başka telefonum yok. Benim dünyaynan bağım kopacak"
"Yedek telefon verelim size?"
"Oluur."
Bir makine verdi. Benim ilk 5 telefonumun toplam ağırlığından ve hacminden fazla.
"Hanfendi bu olmaz. 8 günlük telefonun dengi mi bu?"
"Ama kem küm.."
"Şu masadaki telsiz telefonla bir arama yapabilir miyim?"
Ayşen'i aradım. O zaman çıkıyoruz. Böyleyken böyle, bir laf kalabalığı yapsan be hayatım deyip; sekretere verdim hattaki Ayşen'i.
Ayşen cilalıyor. Tüketici haklarıyla ilgili çalışan avukatım. Müdürünüzü bağlayın. Müdür geldi telaşla. Ayşen devam ediyor, elimizde Siemens'le ilgili bir sürü dava zaten var; müvekkilime destek olursanız belki bu mahkemelerde heyete sunacağınız iyi hal örneği olur. Yoksa davalarda zaten yandığınız kadar yanmışsınız. Müdür saygılar sunarak kapattı. Aldı telefonumu, 10 dakika sonra geldi.
"Telefonunuzun işlemcisini bilmemnesini komple değiştirdik. Tuş takımınız da biraz eskimiş. He he, onu da yeniledik. Hediyemiz olsun. Avukat hanıma saygılarımızı iletin lütfen."
Oh. Atladım Kozyatağı'ndan otobüse. Eve gidip Fizik 1 çalışayım. Vize var.
Bir kaç ay sonra, Ali Sami Yen'de İstanbulspor maçı. Ayşen o zaman İzmir'e taşınmış okulu bitirip. İşyerinden eğitim ayarlamış, İstanbul'da. İki arkadaş daha var. Maça gittik. Benim kombine var da, diğerleri için bilet sırasına girdim. Tam sıra bana geldi oh derken, hop bir temas hissettim. Elimi cebime attım telefon olmuş poyraz. Arkamdaki kıpır kıpır elemanı tuttum yakasından. "Ver lan pezevenk." "Abi ne diyorsun." Üstünü bir yokladım, yok telefon melefon. Nerden bileyim. Kuyruğa 3-5 kişi girip, elden ele yaparlarmış tırnaklanan telefonu. Gitti gider.
Hayatım kaymış telefona para vermekten, gittim ikinci elciye. Panasonic GD 52 diye bir şey var. Küçücük, her numarası var. Fiyat da kelepir. Tiko verdim parayı çıktım. Fizik'ten de geçmişim mis. Okul bitene kadar götürdü beni Panasonic. Güreş ata sporudur.

Okul bitti. İzmir'e gittik, bir biçimde hop 482. Ulaştırma Hafif Oto Taburu Ilıca Erzurum. Götürmedim telefonu. Nişanlıyız, aşığım, ayrıyım. Ankesörlünün önüne kurdum tezgahı. Günde yarım saat konuşuyoruz. Sayılı gün nah çabuk geçer. 215 günü de yedik ama. Döndüm. Bizim Panasonic işlemeyen denir hesabı pas tutmuş.
İşe girmişim elim para tutuyor. Gittik Bornova'ya. Sevgilinin çok memnun olduğu Nokia 3510'la girdik bu aleme. İlk kez pazar payı binde birin üstünde olan bir telefonum oluyor boru mu? Şarj aleti derdim bitiyor :)

İki seneden fazla götürdü bizi. Wap'a falan giriyordum, Kızılırmak melodileri indirmişim. İyi taşıdı beni. Hıyarız ya,bir sinir anında aldım çaktım yere. Yüz kere Fizik 1 almışsın, momentum diye bir şey var tabi. Kapak bir yere, pil bir yere. Çalışıyor ama çekmiyor.
Girdik bu sefer Sony Ericsson alemine. Şirketin de inceden sübvansiyonu var ;) Fotoğraf makinesi, bluetooth, kızıl ötesi ne demek öğreniriz peyderpey. T630, hey yavrum hey. Fotoğraf makinesi yalandı, mp3 çalmaz, artırılabilir hafızası yok bilmem ne. Donanım foruma döndürdüm burayı ama iyi telefondu. Nisan ve Güney'in doğduğu gün onunla aldık tebrik mesajlarını.
Konuyu Nisan ve Güney'e bağlamışken burada keseyim. Sonraki post'ta biraz daha SonyEricsson anlatıp bitireceğim. 98'den 2005'e geldik zaten. Bir şey kalmadı.
Saf gibi telefon modellerimi sıralayıp gitmiş olmayayım diye artistik mesajla sonlandırayım tüketim toplumu falan. Anladın mesajı, verdim farzet.